Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Tasavvuf Nedir? | Tasavvufun Tarifleri – Tasavvuf’un Anahtar Terimleri – Tasavvuf Aleminin Kişilikleri – Tasavvuf Aleminin Halleri –


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 01.09.2009 tarihinde Sema tarafından, Dinimiz İslam | İslam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 3102 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Tasavvuf Nedir?


Tasavvufun Tarifleri


Mevlana Celalettin Rumi hazretleri Mesnevi Şerifi’nde :
Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.” ifadesini kullandı.

Şeyh Ebu Muhammed El Ceriri Hazretleri : “Her türlü iyi ahlak ile ahlaklanıp her nevi kötü ahlaktan uzaklaşmaktır.” demiştir.


Cüneyd Bağdadi Hazretleri tasavvufu,” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesidir.” ifadesiyle tarif etmiştir.

Reveym b Ahmed Bağdadi : Kendini Allah’ın murad ettiği şey üzerine bırakıvermen, O’nun İradesine mutlak olarak teslim olmandır. Üç esas üzerine kurulmuştur. Fakr; Allah’a muhtac olma esasına yapışmak, bezl, isar ve cömertliği gerçekleştirerek bunu kendi vasfı haline getirmek, Allah’a teslim olarak itiraz ve ihtiyarı terk etmektir. Canını bağışlamaktır. Bunu yapamadınsa sufilerin hezeyanlarıyla hiç uğraşma.

Ebu Bekir Şibli : Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiçbir kaygı duymadan Allah ile beraber olmaktır. Yakıcı bir ateştir. Duyu organlarını zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. Tasavvuf şirkdir, ortaklıktır. Çünkü tasavvuf kalbi masivadan muhafaza etmektir. Halbuki masiva diye bir şey yoktur.

Amr b. Osman Mekki : Kulun her vakitte, o vakit içinde yapılması en uygun olan amel ve ibadetle meşgul olmasıdır.

Ebu Said Miheni : Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır.

Cafer Huldi : Şerefli bir ahlaka doğru yükselmek, kötü ahlaktan yüz çevirmektir.

Ebu Bekir Kettani : Ahlaktır. Seni ahlaken geliştiren tasavvuf, kalp safası yönünden de geliştirmiş olur.


Tasavvufun en önce kim tarafından söylendiği belirlenemeyen diğer tarifleri :


Cömertliktir, zariflik ve temizliktir.
Uyanık ve muteyakkız olmaktır.
Kirlerden temizlenmek, kinlerden kurtulmaktır.
Şehvet ve arzuyu terk etmektir.
Mütevazi olmak, yedirmek, içirmek, ikramda bulunmaktır.
Bilmektir. Sadakattir, cömertliktir, ahlaktır.
Hakk ile muvafakat, halk ile gülüşmektir.
Cömertlik ve vefadır.

Tasavvuf, incinmemek ve incitmemektir.
Tasavvuf gönül bilgisidir.
Tasavvuf hikmetleşmektir.
Tasavvuf sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmektir.
Tasavvuf zıtları birleştirmektir.

Bütün bu tanımlar, Muhammed Nuru’nun pınarından sulanan Hak dostlarının gönül bahçelerinin çiçekleridir. Farklı gibi görünseler de aslında bu tariflerin hepsi aynı manayı ifade eder. Fark yalnızca tasavvuf ehlinin mizac ve meşrebinden ileri gelir. Bütün bu tanımlar, rengini, ahengini O’ndan almıştır. O ki tasavvuf ehlinin piri Hazreti Muhammed (s.a.v.)’dir. Bu sözler batmayan güneşin ışık huzmeleridir. Sahibi Cenabı Hak’dır. Her velinin tasavvuf tanımı doğrudur. Çünkü bunlar, tasavvufu yaşayan ve hissedenlerin gönül alemlerinden harf kalıplarına bürünmüş, satırlara dökülmüş tariflerdir.

Bu tarifleri gördükten sonra, sonuç olarak tasavvuf hakkında şunları söylemek mümkündür :

İnsan; görünen, bilinen suretin dışında öz varlığı itibariyle bütün mahlukatın en şereflisidir. İnsanın kendinde gizli bir hakikat vardır. Bu hakikat onda daima bir tatminsizlik meydana getirir. Ne servet, ne saman, ne mevki, ne makam, ne şan ne de şöhret ona huzur vermez. Huzuru bulmak ve sükunete erişmek isteyen insan büyük bir arayışın içine girer. İşte tasavvuf eğitimi ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar.

Tasavvuf yolunda olmak ve bu yola girmek isteyen kişiler başkalarının yazdığı kitapları okumakla sadece tasavvuf hakkında bilgi edinebilirler. Ancak tasavvuf eğitimi için bu tür bilgiler yeterli olmaz. Çünkü tasavvuf kulluk yoludur. Aczimizi itiraf etmemiz gerekir. Bu konuda kamil bir veli şöyle söylemektedir: “Tasavvuf öğrencisi eğitiminin başlangıcında şu iki ilmi öğrenmek zorundadır. Birincisi acz ilmi ikincisi sükut ilmi.” Kişi aslında varlığın Allah’a ait olduğunu Allah dışında bir varlık davasında bulunmanın vehim olduğunu kavramalıdır. Tasavvuf eğitiminde öğrenci bu kavrayış noktasına gelebilmek için sükut etmeli, susmalı ve dinlemelidir. Acz ilmi, sükut ilmi kavranmaya başladığında hakikat kapısı da aralanmaya başlar.

Tasavvufta Dört Kapı.., Hazret-i Mevlana Muhammed Celaleddin-i Rumi

Tasavvufta dört kapı vardır: Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Kapısı. Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek Hakikate ulaşılır. Bir gün öğrencilerinden biri Mevlana’ya sormuş; “Efendim, bu dört kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir dille anlatır mısınız?”

Mevlana: “Şimdi bak, karşı medresede rahlelerine eğilmiş ders çalışan dört kişi var. Git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım.” demiş.

Öğrenci gitmiş ve birincinin ensesine bir tokat akşetmiş. Tokadı yiyen derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlana’ nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayanamayıp dönmek istemişse de hocasına itaat için dönmemiş ve ikinciye de bir tokat akşetmiş. O da derhal kalkıp elini kaldırmış, tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş. Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü şöyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü ise, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmaya devam etmiş. Öğrenci Mevlana’ya dönmüş, olanları anlatmış.

Mevlana; “İşte sana istediğin örnekler…

Birinci, şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta kısasa kısas olduğu için, tokadı yiyince kalktı, anında sana iade etti.

İkinci, tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi: “Sana kötülük yapana bile iyilik yap”. Onun için döndü, oturdu.

Üçüncü, marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek Yaratandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından dönüp baktı.

Dördüncü, hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu ve aynı olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile…”

İnsanoğlu sınırsız ihtiyaçları olan bir varlıktır. Daha fazlasına sahip olma isteği hiçbir zaman yakasını bırakmaz. Varoluşunun gerçek gayesinden habersiz olan gönüller, hayatları boyunca tatmin edemeyecekleri yoğun istekleri peşinde koşar dururlar. Ancak gönül pusulasına göre hareket ederek yüzünü hakikate çevirmiş olan Hak dostları vardır ki onlar vuslata hakiki saadete erişmişlerdir. Onlar için ne zenginliktir gerçek mutluluk, ne de fakirliktir insanı mutsuz eden. Onlar gerçek aşkı bulmuştur gerisi boş lakırdıdır. İşte tasavvuf bu kişilerin elindeki gönül pusulasıdır. Mevlana’nın öğrencisine verdiği veciz örnekte de görüldüğü gibi hakikat kapısından girebilmek için gerçek bilgiye sahip olmak ve kalbi boş arzulardan temizlemek şarttır.

Tasavvuf, İslam’da ruhi ve manevi boyutu öne çıkaran dini hayat ve düşünce biçimine verilen addır. Tasavvuf, kişinin kendisini Allah’ın dilediği şey üzerine bırakıvermesi, onun iradesine mutlak teslim olması halidir. Bu ise Allah dışında her şeyden el çekmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmakla mümkün olur.

Başka bir tanıma göre tasavvuf, kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye edip nefsi kalp hastalıklarından temizleme yolunu gösteren ilim dalıdır. Kuruluş döneminde tasavvufun temel niteliği olan zühd, maddi değerlerden yüz çevirerek katıksız bir dini hayatı gerçekleştirme çabasını anlatır.

Tasavvuf, insanın kafasındaki tüm boş düşünceleri atması, elindekileri dağıtması, önüne gelenlere yüz çevirmesi ve her insana iyi gözle bakabilmesidir. Cenabı Hakk’ı zikirden uzaklaştıracak her şeyden kalbi arıtmaktır.

Türk tasavvuf kültürümüzün en önemli simalarından birisi de hiç şüphesiz Hz. Mevlana’dır. Alim, şair ve tarikat kurucusu vasıflarının yanı sıra büyük mutasavvıflar arasında yer alan Mevlana, verdiği aşk, sevgi, kardeşlik ve dostluk mesajları ile yalnızca İslam aleminde değil aynı zamanda Batı dünyasında da bir çok yazar ve düşünüre ilham kaynağı olmuş, müstesna bir şahsiyettir.

Allah aşkı, Peygamber sevgisi, kardeşlik, dostluk mesajları ve “gel” çağrısı ile tüm insanlığı “umut dergahı”na davet eden Hz. Mevlana’ nın tasavvuf anlayışı yedi asrı aşkın zamandır tüm dünyayı derinden etkilemiş ve etkilemeye de devam etmektedir.3 Ondan önce adeta kalıplaşmış, donmuş bir hal alan tasavvuf onunla yeniden canlanmış, hayat bulmuştur. Zira Mevlana’nın tasavvuf anlayışında ruhbanlık, tembellik yoktur. Aksine o insanlara sürekli çalışma, gayret ve kazanmayı, sosyal hayatta aktif rol almayı öğütlemiştir. İnsanlık için yapılacak hizmet onun için en değerli uğraştır.

Mevlana, Mesnevi’sinde tasavvufu, ‘gam ve keder zamanında ferah bulmak’ olarak nitelendirmektedir. Tasavvufun temeli insanın olgunlaşmak için hayatta pek çok sıkıntı ve çileye katlanabilmesidir. Bu anlayış, Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” dizesinde çok net bir biçimde kendini göstermektedir. Az yemek, az uyumak ve kötü düşünmemek ile kazanılabilecek olan bu sınavda insanoğlu öncelikle nefsine hakim olmasını öğrenecektir.

Mevlana’ nın tasavvuf anlayışında hoşgörü, sabır, aşk ve insan sevgisi doruk noktasına ulaşmıştır. Özellikle aşk tasavvufta önemli bir yer tutar. Hatta denilebilir ki aşk tasavvufun temelidir. Tasavvufta gerçek aşk insan ruhunun Allah’a karşı özlemidir. “Aşk renge ve kokuya bağlı olursa aşk değil, insana bir utançtır” diyen Mevlana, Allah aşkından başka sevgilere pek değer vermez.

Mevlana’ya göre hakikatin bilgisine ulaşmanın yegane yolu aşktır. Ona göre dünyada aşk gibi bir mürşit, insanı doğru yola ulaştıran bir kimse yoktur. Gerçek sevgi ancak bilim ve aşk ile bulunur. Aşk, dünyanın yaratılış gayesidir. Allah evreni sevgi yüzünden yaratmıştır. Tıpkı bir çiçeğin suyu gibi ruhun besin kaynağı da sevgidir. Aşk Yaratanın vasıflarındandır ve Ondan başkasına aşık olmak ise geçici heveslerdendir. Yaratan kendi sanat ve sıfatını göstermek isteyince dünyayı, kendi zatını görmek için ise Adem’i yaratmıştır. Kainatın yaratılışındaki sır, aşk; aşktaki gaye, insan; insandan maksat da Hz. Muhammed (S.A.V.) dir.

Mevlana’nın tasavvuf düşüncesinde akıl ve ilim, tek başına gerçekleri kavramada yetersizdir. Ancak aşk götürür sevgiliye. Gerçek aşk ise karşılık gözetilmeyen sevgidir. Tasavvuf felsefesinin ana konularından birisi de insandır.

Hz. Mevlana’nın nazarında insan son derece değerli bir varlıktır. Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak yaratılmış olan insan her gece uykuda ruhani aleme gider ve uyandığında bu dünyaya yeniden doğar.6 Yaratılış gayesi olan insan ilahi tecellilerin vücut bulduğu bir varlıktır. Yalnız bedenden ibaret olmayıp, onu meleklerden üstün kılan, Hakka dost olan yüce ruhudur. Yaratıkları melekler, hayvanlar ve insanlar olarak üçe ayıran Mevlana’ya göre akıl ve şehvet unsurlarından hangisi daha galip gelirse insan o gruba dahil olur.

Tasavvuf başta Allah aşkına, sonra işlenilen günah ve yapılan kötülüklerden pişman olup, tövbe etmeye ve onları tekrar yapmamaya, yaratılanı Yaratandan ötürü hoş görüp sevmeye, nefsini terbiye etmek için fazla yememeye, kötü söz söyleme ihtimaline karşı az konuşmaya, vaktinin çoğunu uykuda geçirmeyerek çalışmaya, topluma ve insanlığa faydalı olmaya dayanır.

Tasavvufun temeli üç esasa dayanır: Zikir, sabır ve şükür. Yani Yaratanı sık sık anmak ve Ondan gaflette bulunmamak, başına gelen belalara, kazalara ve diğer insanların kötülüklerine sabretmek, Yaratanın verdiği nimetlere şükretmek, nankörlük etmemektir. Tasavvufta insan olgunlaşmasında sabrın önemi büyüktür. Sabır başlı başına bir tesbihtir. Mevlana’ya göre sabır, kişi için bir ibadet, Yaratan’ı düşünme ve anmadır. Ona ancak sabırla ulaşılabilir. Sabır aynı zamanda insan için bir ilaç ve huzura kavuşma yoludur. Yine Mevlana’ya göre şükretmeyen insan memnuniyetsiz, mahrum ve üzüntülü olur. Oysa şükür nimetleri artırdığı gibi, insanı Yaratan’a ulaştırmaktadır.

Tasavvufta zıtların birliği esası vardır. Mevlana’ ya göre her şey zıddıyla belli olur. Yani dünyada iyi kötü, güzel çirkin gibi zıtlıklar bulunmaktadır. İnsan da kadın erkek gibi başta zıt görülen iki çeşit varlıktan meydana gelmiştir.

Tasavvufta Yaratan ile yaratılan arasında fark yoktur. Çünkü Allah’tan başka varlık yoktur ve insan Allah’tan gelmiştir, yine Allah’a dönecektir. Tasavvufta ikilik yoktur, birlik vardır, yani hiçbir şey yoktur, yalnız Yaratan vardır. ‘Fena Fillah’ olarak ifade edilen bu anlayışa göre Allah’ın iradesinde kaybolup, ikiliğin ortadan kalkması, kulun yaradan da eriyip kaybolması ulaşılması gereken kutsal gayedir. Bu bir anlamda kulun ölmeden önce Yaratana ulaşmasıdır. Tasavvuf düşüncesinde ölüm iki türlüdür: iradi ve zaruri ölüm. Zaruri ölümden kasıt ruhun bedenden ayrılmasıdır. İradi ölüm ise, kulun daha hayatta iken ruhunu Allah aşkı ile doldurması, ölmeden önce ölümü tatmasıdır. İnsan iradi ölüm sonunda ilahi aşka ulaştığı takdirde ebedileşir. Mevlana için ölüm, bir yok oluş değil, aksine insanın Allah aşkına rücuu, ilahi sevgiliye kavuşması, yeniden doğma ve gerçek varoluştur. Ona göre insan dünyada iken gurbettedir. Sevdiğinden uzakta zindan hayatı yaşamaktadır. Ölüm asıl vatana sevgiliye kavuşmaktır.

Mevlânâ; iradî ölüm, zarurî ölüm, ölüm korkusu ve ölüme hazırlığı şu iki mısrada özetler: “Aşksız olma ki ölmeyesin. Aşkla öl ki diri kalasın.” Mevlana insanların ölüm gerçeğini görüp insanların Cenabı Hak’ın huzuruna eli boş çıkmamalarını ve ebedi hayat için hazırlık yapmalarını öğütler.

Tasavvuf’un Anahtar Terimleri

Günümüzde İslami bilimler dünyası ile gündelik hayat arasındaki bağların kopması neticesinde Tasavvuf deyimleri olarak adlandırabileceğimiz zikir, vird, âdâb , takvâ, verâ, zühd, ihlâs, mârifet, ilim, yakîn, maiyyet, seyr, kurb, cezbe, vecd, mevâcîd, havâtır, ahvâl, tasarruf, teveccüh, himmet, cem’iyyet, huzûr, hilâfet, mahbûbiyyet, ferdiyyet ve benzeri tasavvufî terimler izaha muhtaç duruma düşmüştür.

Tasavvufi literatürde , mutasavvıf, sufi, mürşid, mürîd,şeyh, velî, evliyâ gibi yaygın bilinen terimler yanında kimi şahıslar hakkında, âbid, ârif, âşık, zâhid, , muttakî, ümmî, derviş, erbâb-ı dil, erbâb-ı kulûb, ricalullah, ehlullah, ebdâl , büdelâ, evtâd, kutub, aktâb, gavs, havass, nücebâ, murâd, muhlis, muhlas, mukarreb, müceddid, mükemmil, ricâl-i gayb, üveysî, pîr, üstâd… gibi bugün karmaşık görünen bâzı tâbirler de kullanılmaktadır.Bunlardan başka, muhtelif olağanüstü hâllere verilen isimler ve mânâları da tasavvuf hakkında ön bilgisi olmayanlar için anlaşılmaz gelebilmektedir.Bu sayfalarda tasavvufun anlaşılmasını kolaylaştıracak bu terminoloji izah edilmeğe çalışılmıştır.

TASAVVUFUN ANAHTAR TERİMLERİ

:z29: MUTASAVVIF : Gafletten uzak olarak yâni her an Hakk’ı zikreden, kalbini mânevî kirlerden temizleyen ve Allah’dan başka her şeyi gönlünden çıkaran, rûhunu Hakk’ın zikri ile süsleyen tasavvuf ehli, velî, mürşid, ahlâk-ı hasene sâhibine mutasavvıf denilir.

Abdülhak-ı Dehlevî : “Mutasavvıfların hepsi Ehl-i sünnettir. Bid’at sâhiplerinden (dinin aslında olmadığı halde sonradan meydana çıkarılan işlere ve uydurulan sözlere inananlardan) hiçbiri Allah’ın mârifetine (O’nu tanımaya) yaklaşamamıştır. Velâyet (evliyâlık) nûrları bunların kalplerine girmemiştir.”demiştir.Abdülkâdir-i Geylânî şöyle buyurmuştur: “Mürşid (rehber, doğru yolu gösterici) ve mutasavvıf, Rabbi için her yönden ve her şeyden ayrılıp Allah’dan başkasına tapınmayı, ibâdet etmeyi ve uymayı terk ederek, gayriye yönelmekten ve meşgûl olmaktan kalplerini kurtararak, ihlâsla Hakk’a ibâdet eder ve şeytana uymaz.”

:z29: MÜRŞİD : Tasavvuf yolunda kendisinden önceki yetkili kişinin manevi izni ile insanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran tasavvuf terbiyesine ehil kişiye mürşîd denilir. Mürşidin olgunluğuna işaret eden bir terim ise “mürşîd-i kâmil”dir.

İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Rasûlullah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan velilerdir.

Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, irfan anahtarının, Allah’ın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; “Mürid, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahdır.” demiştir.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: “Bir kimse kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek bir mürşide ulaşamamışsa, büyük zâtların sohbet kitaplarını okusun ve onlara uysun.”

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allah’ın rızâsına kolayca erebileceğini ifâde etmiştir.

:z29: SİLSİLE : Tasavvufi yolların hepsinde günümüzdeki mürşidden Rasulullaha kadar ulaşan bir manevi zincir söz konusudur.Bu zincirin tarihen sağlıklı oluşu tasavvufi feyz ve bereketin intikalinde çok önemlidir.Bir tasavvuf yolunun sağlamlığının en büyük delili sahih bir silsileye sahip oluşudur.Tasavvufta “Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısıncadır.” anlayışı sebebiyle tarikat sayısında bir sınırlama yoktur. İtikadi bakımdan kitap ve sünnete bağlı, ehl-i sünnet ve’l-cemaat anlayışını benimseyen, ibâdet ve muâmelâtta İslâm’ın temel esaslarını uygulayan ve manevi bir silsileye sahip mürşidler tarafından temsil edilen tarikatlar hak tarikatlardır.Silsilenin tasavvufi önemine uygun olarak bütün tarikatlar icazetname ve silsilename ile kendi yollarındaki ruhani akışı kayıtlara bağlayarak belgelemişlerdir.

Mevlana Halid-i Bağdadi ‘in Kürdemir’li Şeyh İsmail Şirvani’e Verdiği İcazet

Örnek Bir Nakşbendiyye Silsilesi

:z29: MÜRİD:Tasavvuf yolunda bulunan, bir mürşide intisab ederek seyr u sülûk ile manevi makamlarda yol almak suretiyle cemal mertebelerine ulaşmak yolunda irade izhar eden demektir. Mürîdler Allah’a yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler ; nefsin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar. Bir müslüman bir mürşide biat ederek iradesini izhar etttikten sonra mürşidin kendisine vereceği tasavvufi talimat olan günlük zikir, tesbihat dersini ifa etmeğe başlamak suretiyle tasavvuf yolunu adımlamağa başlar.Bu yolun değişik duraklarında mürşidin göstereceği yeni vazifeleri ( evrad, halvet,riyazet vs. ) yerine getirmekle yoluna devam eder.

:z29: ZİKİR : Zikir, her işte Allah’ı hatırlamak, zihinde tutmak, yâd etmek, unutmamak ve anmak,kendini gafletten kurtarmak, kulun Allah’ı dille ve kalple anması anlamında Kur’an kaynaklı bir tasavvuf kavramıdır.Gaflet de Allah’ı unutmak demektir. Bütün tasavvuf büyükleri ve tarikat ricâli, zikri yollarının temel esası saymışlardır. Zikir, çeşitli türevleriyle Kur’an’da 250‘den fazla yerde geçmektedir. Kur’an’ın bizzat kendisi ve emirleri birer zikirdir. Bu yüzden Kur’an bizzat kendisini ve namazı da zikir olarak adlandırmıştır. Mutasavvıflara göre gerçek zikir, Allah’ı şiddetle sevmek, O’ndan nasıl korkulmak gerekiyorsa öyle korkmak ve gaflet meydanından müşâhede semâsına yükselmektir. Ya da Mezkûr yani Allah’dan başkasını unutmaktır.

Müzzemmil 73:8

Çünkü Allah “Unuttuğun zaman rabbını zikret! (hatırla)” (el-Kehf, 18/24) buyuruyor. Allah, Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 30. âyetinde yine şöyle buyuruyor: “İyi biliniz ki, kalpler, Allah’ın zikri ile itminâna, râhata kavuşur.” Bakara sûresinin 152. âyet-i kerîmesinde ise şöyle buyrulmuştur: “(Kullarım!) Siz beni (tâat ile, beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikrederseniz, ben de sizi (rahmet, mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını açmak sûretiyle) anarım.”Kur’an’da iki tür zikir emri vardır:

Mutlak ve mukayyed zikir. Kur’an’da herhangi bir kayıt belirtmeden mutlak mânâdave çok çok zikretmeyi emreden âyetler vardır. (bk. Âlü İmrân, 3/41; el-Ahzâb, 3/41; el- Cum’a, 62/10) Bunların emrettiği zikir, gafletin zıddı anlamındaki kalbî zikirdir. Allah’ın adının anılmasını emreden (el-Müzzemmil, 73/8);ed-Dehr, 76/25) âyetler ise kalbî mânâda zikre muvaffak olamayanlara dil ile zikretme kolaylığı sağlamakta ve bir bakıma kalbî zikre alıştırma yaptırmaktadır. Zikirden maksad Allah’ı hiç unutmamak olduğuna göre zikrin efdal olanı kalbî ve hafî olanıdır. Ancak cehrî olarak yapılan zikirlerin herbirinin sâlikin durumuna göre ayrı özellikleri vardır. Tevhid zikrinin kalbi masivâdan temizlemede, lâfza-i celâl zikrinin kalbî zikre ermede ayrı bir yeri vardır. Bunlardan hangisinin kime ne kadar yararlı olacağını mürşid tayin eder.

Sünenü’l-Beyhekî’de geçen iki hadîs-i şerîfte de buyrulmuştur ki: “Derecesi en yüksek olanlar, Allah’ı zikredenlerdir.”, “Allah’ı sevmenin alâmeti, O’nu zikretmeyi sevmektir.”

Asr-ı saâdette bizzât Hz. Peygamber’in toplu zikir yaptırdığını gösteren rivâyetler vardır. Ahmed b. Hanbel’in naklettiği bir olay şöyledir:”Şeddâd b. Evs anlatıyor: Hz. Peygamber’le beraber bir evde idik. Bize sordu:“İçinizde garib; yani ehl-i kitaptan bir kimse var mı?” Biz: “Hayır” dedik.Sonra kapıyı kapatmamızı emretti ve şöyle dedi. “Ellerinizi kaldırın ve Lâ ilâhe illallah deyin.” Ellerimizi kaldırdık ve lâ ilâhe illallah dedik. Sonra Hz.Peygamber: “Allah’a hamdolsun. Yâ Rabbi, sen beni bu kelime ile gönderdin, bana bunu emrettin ve onda bana cenneti vaad ettin. Sen vaadinden dönmezsin.” dedi.Sonra da şöyle buyurdu: “Sevinmez misiniz, Allah sizin hepinizi afvetti.”(Müsned, IV, 124)

Bu hadiste geçtiği gibi insanların tevhid kelimesi veya başka ilâhî isimlerle zikretmek üzere bir araya gelmeleri sünnetteki uygulamaya uygundur. Toplu zikrin asr-ı saadetteki bir başka örneği Ebû Saîd el-Hudrî’den gelen bir rivâyette anlatılmaktadır. Bu rivâyete göre Allah Rasûlü birgün halka teşkil etmiş bulunan bir sahabe topluluğunun yanına vardı. Onlara niçin böyle oturduklarını sordu. Onlar da: “Kendilerine başta İslâm olmak üzere pekçok nimetler veren Allah’ı zikretmek için bir araya geldiklerini” anlattılar. Peygamberimiz tekrar: “Siz gerçekten sadece Allah’ı zikretmek için mi toplandınız?” diye ısrarla sorunca sahâbîler: “Vallahi sadece bu maksadla bir araya geldik.” diye yemin ettiler.

İmâm-ı Rabbânî; “Her vakit, Allah’ı zikr etmek lâzımdır. Kalpte başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir yapmalıdır.” demiştir. Cübeyr bin Nüfeyr; “Her an, dilleriyle Allah’ı zikr edip, O’nu bir an unutmayanlardan herbiri, güler bir hâlde Cennet’e gireceklerdir.” demektedir. Zikir, cehrî ve hafî olmak üzere iki kısımdır. Zikr-i cehrî, yüksek sesle Allah’ı anmak, zikr-i hafî ise, gizli olarak ve kalb ile Allah’ı hatırlamaktır.

(Visited 53 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 01.09.2009 tarihinde Sema tarafından, Dinimiz İslam | İslam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 3102 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 14 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Tasavvuf Nedir? | Tasavvufun Tarifleri - Tasavvuf\'un Anahtar Terimleri - Tasavvuf Aleminin Kişilikleri - Tasavvuf Aleminin Halleri - orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleAtatürk’ün Türk tarihine verdiği önem | Doç. Dr. Ramazan TOSUN Sonraki MakaleBiyoloji | Mutasyonlar (Genetik Bozukluklar)

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz