Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Osmanlıda Çağdaşlaşma Ya Da Modernleşmeye Tepkiler


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 05.04.2009 tarihinde Esesli tarafından, Büyük Osmanlı İmparatorluğu bölümünde paylaşılmıştır ve 812 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


ÇAĞDAŞLAŞMA YA DA MODERNLEŞMEYE TEPKİLER

Köklü bir siyasal ve kurumsal geleneğe sahip Osmanlı toplumunda toplumsal yapıda gerçekleştirilmeye çalışılan köklü reformların kültürel ve siyasal alanda ciddi direnmelerle karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Bu noktanın iyi anlaşılmasına katkı amacıyla henüz 18.yüzyıl biterken bir Osmanlı devlet adamının Fransız Devrimiyle ilgili değerlendirmesi Osmanlı toplumunda çağdaşlaşmaya bakışın bir başka ilginç cephesini ortaya koymaktadır. Reisü’l-küttab Atıf Efendi 1798 Eylülünde kaleme aldığı bir muhtırada şöyle demekteydi: “Volter ve Russo demekle maruf ve meşhur olan zındıkların ve anların misilu dehrîlerin … tab’ı neşrettikleri telifat-ı müteaddilerine … sıbyan ve nisvana varınca ekser-i nas meyl ü rağbet ve mütalâlarına müdavemet etdikçe… itikadlarını ifsadetmekle … güruh-i mekruh tarafından lâyenkat’ı avam-ı nasa ilân olunduğu üzere güya saadet-i kâmile-i dünyeviyeyi ihraz etmek emniyesiyle müsavat ve serbestiyete can atdılar”. Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi Fransız Devrimine bakış açısı son derece olumsuzdur. Nitekim bu bakış açısı modernleşme eğlimlerinin hep karşısında yer alacaktır. Siyasal tarihimiz bunun örnekleri bakımından zengindir.


Osmanlı aydınları genel olarak Batılılaşmanın önemine inanıyorlardı. Fakat bunun dozu ve yöntemi konusunda ayrılıyorlardı. Gelenek ve İslam kültürünün devamından yana olanlar Batıllaşmanın sadece bilim ve teknoloji ile sınırlı tutulması görüşünü taşıyorlardı. Batılılaşma konusunda Osmanlı aydınları izlenecek yöntem ve modernleştirilecek alanın niteliği konusunda görüş ayrılığı içindeydiler. Her alanda batılılaşma taraftarları karşısında geleneksel toplum yapısını ve geleneksel kültürü korumak isteyenleri bulmaktaydı. Örneğin bu konuda Tanzimatla birlikte izlenmeye başlanan batılılaşma hareketi Cevdet Paşa tarafından ciddi anlamda eleştiriye tabi tutulmuştur. Cevdet Paşa “Frengistanda münteşir olan fünun ve sanayiin neşir ve tervicine himmet olunmak lazım gelir iken” bunun yerine izlenen yanlış yöntem ler nedeniyle sonuçta halkla yüksek tabaka yani aydın ve bürokratların arasını açmaktan başka bir işe yaramadığı kanısındadır. Paşa’ya göre halk batılılaşma görüntüsü içinde yapılan gereksiz israf ve harcamalardan dolayı her türlü yenilik çabasından “ürkmeğe ve hatta yeni tarzda yapılan binaları bile kerih görmeğe” başlamıştır. A. Cevdet Paşa, izlenen modernleşme politikasını şiddetle eleştirirken batılılaşmadan beklenen devletin kurtarılmasının da elde edilememesi karşısında derin bir elem duymaktadır: “Ahval-i Avrupa’ya kesb-i malumat birle bazı umur-u nafiada, yani umur-u mülkiye ve maliye ve askeriyede onların bais-i necat ve kuvvetleri olmuş olan nizamattan şeriatı İslamiyeye ve usul-u Devlet-i Aliyye’ye uygun olanların alınması devleti kurtarabilirdi demektedir. Bunun yanında Ahmet Cevdet Paşa Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra Kunun-u Esasi’nin ilanına gerek bulunmadığını da savunmuştur.

Osmanlı toplumunda modernleşmenin hız kazanmasıyla birlikte aydınlar ve halk nezdinde ikili bir ayrılık ortaya çıkmıştı. Bunlardan ilk aydınların önemli bir kesimini kapsayan batılılaşma taraftarlarının oluşturduğu kesimdi. Bunun karşısında ise toplumun oldukça geniş bir kesimi yer almaktaydı. Bu bağlamda olmak üzere İlmiye sınıfını teşkil edenlerden Bab-ı Meşihat’ta bulunanlar, mehakim-i şeriyye azası kuzat, nüvvab, müezzinler, tarikatlar, bazı yazarlar, alaylı olan zabitanlar, alaylı memurlar, eğitimsiz kadınlar, kasaba ahalisi ve köylüler Tanzimatla beraber gelen batılılaşmaya tepki duyan toplum kesimleri olarak ortaya çıkmaktaydı. Burada ifade edilen modernleşmeye cephe alan kesimlerin Osmanlı toplumunda girişilen reformlardan beklediğini bulamayan ya da dini kesim ve geleneksel kültürün temsilcileri olduğu dikkat çekmektedir. Diğer yandan aydınlar kesimince bile o dönemde Batı kültürü ve siyasal kurumlarının yeterince derinlemesine anlaşılamadığı dikkate alındığında gelenekselin yeniye, çağdaşa karşı direnmesi kaçınılmaz bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Osmanlı yönetici aydınları Tanzimat’la beraber azınlıklara tanıdıkları yeni haklar ile gerçekte güttükleri başlıca amaç devletin bütünlüğünü korumaktı. Bu bakımdan Tanzimat döneminin egemen ideolojisi içerde “Osmanlıcılık”tır. Tanzimat uygulayıcıları din, etnisite gibi birleştirici unsurların devletin devamını sağlamakta yetersiz hatta parçalayıcı etkilerini gözlemlediklerinden, devlete vatandaşlık bağıyla romantik bir bağlılık duyacak psikolojik bir bağlanma aracı olarak Osmanlılık düşüncesini uygulamaya koymuşlardır. Fakat bu oluşturulmaya çalışılan manevi bağlılık düşüncesinin felsefi zemini son derece zayıftır. Osmanlıcılık laiklik anlamı taşımamaktadır. Çünkü Osmanlı Devletinin resmi dini İslamiyet’ti. Ayrıca devlet başkanı aynı zamanda halife ünvanına sahipti. Aslında Osmanlıcılık “yeni bir ümmet teorisi”ne çok benzemekteydi. Hem Tanzimat’ın azınlıklara tanıdığı haklar hem de Osmanlıcılık ve modernleşmenin beklentileri karşılayamaması daha baştan beri modernleşmeye karşı olan kültürel ve dini açıdan kendi kendini koruma refleksi zamanla bir ideolojiye dönüştü. Bu ideoloji İslamcılık olarak adlandırıldı. İslamcılık düşüncesini savunanlar da aslında düşünce kalıpları açısından Batının derin izlerini taşımaktaydılar. Örneğin batılılaşma yanlısı aydınların benimsedikleri bilimin öncülüğü ve ilerleme düşüncesi İslamcılar arasında da ana konulardan biridir. Bir reaksiyon özelliği taşıması bakımından İslamiyet’in ilerlemeye engel olmadığını ve İslamiyet’in bilime aykırı olmadığını ispatlama çabasına girişilmesi hep modern düşüncenin derin tesirlerine birer örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine de İslamcılık akımını temsil eden aydınları batılılaşma karşısında bir direnç olarak görmekten çok batılılaşmaya daha temkinli yaklaşan, batılılaşmanın yönteminde ve dozunda daha farklı bir çizgi olarak yorumlamak gerekir.


SONUÇ

Tanzimat reformcuları daha önce sistemin düzeltilmesi için bir dizi önlemler öneren Koçi Bey kadar rahat koşullara sahip değillerdi. “Onlar herkesin son demlerini yaşadığına inandığı devleti, mümkün olan her çareye başvurarak kurtarmaya çalışıyorlardı. Gülhane Hattı bu çerçevede bir cemile, pratik bir kurtuluş hamlesidir. Kimsenin eski düzenin ihyası gibi, hayal aleminde dolaşacak vakti yoktu.”.

Modernliği henüz yaşamamış bir toplumda modern düşünce hakkında bildikleri aldığı öğrenimle yada okuduğu kaynaklarla sınırlı olan Osmanlı aydınının modernleşme arayışlarında çelişkilere düşmesi normaldi. Osmanlı aydınının asıl kafa yorduğu nokta devletin kurtarılmasıydı. Osmanlı aydını bu sorunun cevabını bulmaya yönelmişti. Çünkü Osmanlı Devletinin yok olduğunu çok çıplak bir biçimde gözlemekteydiler. Böylesine ciddi bir soruna çözüm bulma arayışları siyasal ideolojileri, siyasal düşünceleri gerektiğince inceleyerek bunlar arasında bilinçli bir seçim yapma imkanına ve zamanına sahip olmaktan alıkoymuştur.

Modernleşmenin siyasal sistem üzerindeki etkilerini incelemek, bir toplumda yer alan “çeşitli unsurların” karşılıklı ilişki içinde değişiminin de incelenmesi gereğini ortaya koyar. Modernleşme ister ekonomi alanında sanayileşme şeklinde veya askeri alanda yeni örgütlenme biçimleri getirse de bu değişim siyasal sisteme de yansıyacaktır. Bu nedenle toplumun her hangi bir alanında meydana gelecek değişim kaçınılmaz olarak toplumsal sistemde de önemli değişiklikleri beraberinde getirecektir. Bu açıdan Osmanlı toplumuna bakıldığında sanayileşme ile modernleşmenin Avrupa’dan farklı olarak birlikte gerçekleşmediği görülecektir. Modernleşme daha çok sistemin kötüye gidişini durdurmak için devlet yöneticilerinin topluma kültürel açıdan bakış açılarını değiştirmelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Yani devletin örgütlenmesi ya da hukuk anlayışında Batı uygarlığı lehine çeşitli yeniliklere girişilmesi daha çok ideolojik bir tercih olarak ortaya çıkmıştır. Böyle olması şaşırtıcı değildi. Çünkü Osmanlı toplumunda 19. Yy.da sanayileşmeyi sağlayabilecek toplumsal alt yapı hemen hemen yoktu. Batının aksine sosyal alanda olduğu gibi ekonomi alanında da rekabete değil durağanlığa dayanan bir toplumsal anlayış ve yapı egemendi.

Osmanlı Devletinde Tanzimat’la hız kazanan modernleşme çabaları, genel olarak “merkezin” batılılaşması manasını taşıyordu. Bu durum “gelenekselliğin, fonksiyonları zayıflamış olsa dahi güçlü kurum ve teamüllere sahip olduğu bir toplulukta bir fantezi değil, merkezin güçlenmesine elverişli araçların batıdan iktibas edilmesi ile bürokratik becerinin arttırılması anlamına geliyordu.” Gerçekte böyle bir yol izlenmiş olması siyasal kültürümüzde yer alan devletin bekası düşüncesinin de bir tezahürüydü. Hatta II: Abdülhamit ile aydınlar arasındaki meşrutiyet ve hükümet konusundaki tartışmaların odak noktası bile “devletin güçlendirilme tarzları” etrafında cereyan etmekteydi.

Tanzimat Döneminde yayınlanan fermanlar modernleşme tercihinin devlet düzeyinde açıkça tescili anlamına gelmekteydi. Daha önceden toplumsal alt yapı ve kültürel birikim bağlamında bir hazırlığın bulunmaması nedeniyle Osmanlı toplumu öncelikle modernleşmeyi öğrenmek konumundaydı. Bu aslında dönemin Osmanlı aydınının görmezden gelemeyeceği bir gerçekti. Böyle olunca Osmanlı aydını aslında kendi birikiminin de zayıf olması nedeniyle işe öğretmen olarak başlamak zorundaydı. Çünkü modernleşme projesinde rol alan Tanzimat’ın ilk kuşak aydınları Avrupa’yı ya kısa sürelerle görmüş ya da Avrupa uygarlığını yabancıların anlattıkları kadar tanımaktaydılar. Tabii ki bu durum zamanla değişecektir. Tanzimat’ın ikinci kuşak ve onu takip eden aydınlar ise öğrenim için Avrupa’ya gönderilmiş, ya da Jön Türklerde olduğu gibi Osmanlı Ülkesinden kaçmak zorunda kalanlardı.Onlar Avrupa’yı biraz daha yakından tanımak fırsatını bulacaklardır. Fakat onlar açısından da Avrupa öncelikle öğrenilmesi gerekli bir uygarlıktı. Çünkü kent yaşamı ve kentlerdeki alt yapının Osmanlı toplumuna göre çok ileride olması bir anlamda kültürel açıdan tam bir şaşkınlığa yol açabilecek kadar farklıydı. Bu koşullar altında Avrupa’ya giden aydınlar Avrupa’nın bilime ve teknolojiye olan güveninin bir yansıması olarak pozitivist düşünce(b.a.) akımlarına maruz kalmakta ve bunu benimseyerek ülkeye dönmekteydiler.

Yeni Osmanlıların merkezi otoriteyi sınırlama uğraşları da Türk toplumuna özgü bir eksende gelişmiştir. Yönetimin sınırlanması talepleri tabandan sınıf destekli bir akım değildi. Bu nedenle anayasalı yönetime geçiş sorunu halktan çok aydınlar ve bürokratlar, subaylar arasında tartışılan bir konuydu. Bu anlamda halktan kopuk bir iktidarı sınırlama arayışı söz konusuydu. Tabandan kopukluk ister istemez ortada bir aydın hareketinden söz etmeyi zorunlu kılmaktadır. Ayrıca tabanın ekonomik bakımdan güçlü, özgürlük talebiyle ortaya çıkacak bir burjuvazi kesiminden mahrum olduğunu da unutmamak gerekir.


Yeni Osmanlılarca savunulan padişahın yetkilerinin kısıtlanması, anayasalı parlamenter bir sisteme geçilmesi fikri önemli itirazlarla karşılaşmıştır. Örneğin Tunuslu Hayreddin Paşa padişahın yetkilerinin kısılmasının devletin etnik yapı özellikleri nedeniyle parçalanmaya sürükleneceğini öne sürmüştür. Yine bir meclis oluşturulması da gayrı müslimleri devletin birliğini korumak yerine kendi ulusal davalarını önemsemelerine bir araç olmaktan kurtulamayacaktır. Burada aktarılan görüşten de Osmanlı aydınının kendi dönemindeki devletin dağılması korkusunun özgürlüklerden daha geniş bir yer tuttuğunu göstermektedir. Öte yandan Avrupa devletlerinin Osmanlı Devletini “rahat bırakmamaları” da girişilen modernleşme çabalarının başarısızlığında önemli bir payı olduğu yadsınamaz.

Ahmet Rıza’nın Comte’çu pozitivizmi ve Prens Sabahaddin’in Le Play’ci felsefi anlayışlarının nasıl olup da bütün Genç Türk hareketi boyunca ve özellikle II. Meşrutiyet döneminde bir “merkeziyet”, “adem-i merkeziyet” çekişmesine dönüştüğünü bu filozofların kendi düşünce sistemlerinden hareketle açıklığa kavuşturmak zor gözükmektedir. Tunaya’nın deyimiyle aslında çekişme içinde olanlar “ne Le Play, ne Comte ne de Durkheim”di. Genç Türk hareketi içinde kutuplaşmanın gerçek nedeni kişisel ihtiraslardı.

Batı kültürünün yeterince incelenmeden ve eleştiriye tabi tutulmadan, sorgulanmadan benimsenen yöntem ve düşünceleri, kendi toplumlarında doğru ve isabetli olsalar bile eleştirel incelemeden geçirilmeden aktarıldıkları toplumda “dogmatik” eğilimlere neden alabilmektedirler. Nitekim taklide dayalı batılılaşma Osmanlı aydınında genel bir zihniyet değişimini sağlamıştır. Ancak bu değişim onları içinde yaşadıkları toplumun realiteleriyle karşı karşıya getirmiştir. Bu nedenle varılan nokta seçkinci bir aydın anlayışı ve sosyal ve kültürel bakımdan bir ütopya ile karşı karşıya kalındığı gerekçesiyle Türk modernleşmesi eleştirilmiştir. Böyle bir yoruma günümüzden geriye bakıldığında tamamen katılmak mümkün değildir. Osmanlı aydın ve devlet adamları Avrupa karşısında teknoloji ve siyasal sistemler alanında geri kalmanın ezikliğiyle bu olumsuz durumu gidermeye gayret etmişlerdir. Batılılaşmayı eleştirirken iki yüzyıl önceki toplumun durağan yapısını, yeni fikirlere kapalılık özelliklerini, medreselerin artık ülke ve toplumun karşı karşıya bulunduğu sorunları çözmekte yetersiz kaldığı gerçeklerini göz ardı etmemek gerekir. Osmanlı sosyal ve siyasal kurumları artık işlemez hale geldiğinden dolayı aydınlarımız çağdaşlaşmayı bir çıkar yol olarak görmek durumunda kaldılar. Osmanlı aydınının zaman zaman geleneksel yapı ile karşı karşıya gelmesi Tanzimat ve öncesinde başlayan bir sürecin devamı olarak okunmalıdır. Geleneksel yapı ile karşı karşıya gelme ütopiklik değil değişime karşı geleneksel kurumların direnmesiyle açıklanabilir. Böyle bir şey de her toplumda görülebilir. Kaldı ki günümüzde bile batı karşıtı akımlar dahi hep Avrupa ile aynı düzeye nasıl gelinebileceği noktasında yoğunlaşmaktadır.

II. Meşrutiyet öncesi ve sonrası cereyan eden entelektüel düzeyli tartışmalar Cumhuriyet kurulduktan sonra eski deneyimler ve birikimler bağlamında yol gösterici olmuştur. Bir toplumun geçirdiği dönüşümü tarihten, siyasal gelişmelerden ve sosyal yapıdan soyut olarak ele almak mümkün değildir. I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında din unsurunun da devleti bir arada tutmaya yetmediğinin somut bir şekilde ortaya çıkması, toplumumuz açısından hem çağdaşlaşma hem de kurulacak olan Cumhuriyet’in yapısını oluşturmada etkili olacaktır. Tanzimat ile hızlanan sosyal ve siyasal alandaki temkinli modernleşme yöntemi istenen sonucu verememiştir. Bu deneyim modernleşme konusunda daha radikal yöntemler izlenmesine zemin hazırlamıştır. Bu nedenle her alanda daha kararlı bir şekilde değişimi hedefleyen adımlar Cumhuriyet’in kurucu kadrolarınca atılmıştır. Halen dünyada modernleşmeye karşı ciddi bir alternatif toplumsal ve siyasal sistem oluşturulamadığına göre yapılan tercih doğruluğunu her geçen zamanda teyit ettirmektedir. En azından batı karşıtı siyasal sistemlerin bile Batı uygarlığının bulunduğu noktaya ulaşmayı bir hedef olarak belirlemesi ve Batı kültürel değerlerinin giderek Doğu tarafından bile daha evrensel nitelikte görülmeye başlanması bu tercihin doğruluğunu gösteren ölçütlerden sadece biridir.

Sonuç olarak Cumhuriyet döneminde hem siyasal hem de kültürel alanda gerçekleştirilen ve hala da gerçekleştirilmeye çalışılan çağdaşlaşmayı doğru anlamak için Tanzimat sürecinin iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Şüphesiz Cumhuriyet döneminde çağdaşlaşmada gelinen noktada Osmanlı dönemi aydınlarının ve bıraktıkları deneyimlerin önemi yadsınamaz. En azından Cumhuriyetin kurucularının aynı zamanda Osmanlı devlet adamları ve aydınları olduklarını görmezlikten gelinebilecek bir nokta değildir.

Kaynak: Eğitim Portalı

(Visited 8 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 05.04.2009 tarihinde Esesli tarafından, Büyük Osmanlı İmparatorluğu bölümünde paylaşılmıştır ve 812 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 0 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Osmanlıda Çağdaşlaşma Ya Da Modernleşmeye Tepkiler orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakalePeki Ya İnsan? | Prof. Dr. Üstün Dökmen Sonraki Makaleİstihare Namazı | Nasıl Kılınır? Hikmeti Nelerdir?

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz