Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Osmanlı’da Askeri Yapı | Akıncılar – Acemi Ocağı -Cebeli – Cebeci ocağı – Beylerbeyi – Baruthane-i Amire – Asesbaşı – Asakiri Mansurei Muha..


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 19.05.2008 tarihinde Esesli tarafından, Büyük Osmanlı İmparatorluğu bölümünde paylaşılmıştır ve 2528 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Osmanlı’da Askeri Yapı

Kapıkulu Askerleri – Kapıkulu Ocakları


Kapıkulu denilen bu askerî birlik, Selçuklular ve diğer bazı devletlerde olduğu gibi “Hassa Ordu”yu meydana getirmekteydi. Bu sınıfa dâhil olan askerler, devletten “Ulûfe” adıyla maaş alırlardı. Burada “kapı” kelimesinin kullanılması ve devletten maaş alan askerlere de “Kapıkulu” askeri denmesinin sebebi, Kapı kelimesinden bizzat devletin anlaşılmasıydı. Zira eskiden beri doğu ülkelerinde işler, hükümdar saraylarının kapısında görülürdü. Bu tabir, Kapı müdafaasında bulunan askerler için de kullanılmakla beraber sadece onlara hasr edilmeyen bir kelimedir. Askerler için de bu kelime kullanılıyordu. İşte bu sebepten dolayı devletten maaş alan askerlere “Kapıkulu askerleri” deniyordu.

Kapıkulu askerleri başlangıçta devlet merkezinde bulunuyorlardı. Fakat ülke genişleyip muhafazası için hudud boylarında kaleler inşa edilince oralarda da ikamet etmek mecburiyetinde kaldılar.

Osmanlı Devleti, Rumeli taraflarında fetihler yapıp genişlemeye başlayınca devamlı bir orduya ve daha fazla askere ihtiyaç hasıl olmuştu. Bu da savaşlarda esir alınan ve askerî şartlara uygun hristiyan çocuklarının kısa bir müddet Türk terbiyesi ile yetiştirilerek yeni bir askerî sınıfın meydana getirilmesiyle karşılanmıştı. İşte bu teşkilât, Kapıkulu ocağının çekirdeğini teşkil etmişti. Kapıkulu askerleri iki gruba ayrılmaktadırlar.


Bunlar:

1. Kapıkulu Piyadesi
2. Kapıkulu Süvarisi.

Kapıkulu Piyadesi

Osmanlı Devleti’nin, merkez askerî teşkilât, içinde yer alan Kapıkulu askerleri, Osmanlı askerî teşkilâtının önemli bir bölümünü meydana getiriyorlardı. Kapıkulu piyadesi de kendi arasında ayrı gruplara ayrılmıştı.

Acemi Ocağı

Osmanlı askerî tarihinde, önemli yeri bulunan ve Kapıkulu piyadesinin mühim bir bölümünü teşkil eden yeniçerilere mense’ olan “Acemi ocağı”, Sultan Birinci Murad zamanında Kadı asker Çandarlı Kara Halil ile Karaman’lı Kara Rüstem’in tavsiyeleri sonucu ortaya çıkmıştı. Hoca Saadeddin Efendi’nin bildirdiğine göre bu uygulama, Sultan Birinci Murad’ın devr-i saltanatında 763 (1361-62) tarihindeki Zagra’nın fethi ile başlamıştır. Devlet adına ve “Pencik” kanununa göre alınan esirler”, Yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için Gelibolu’da kurulmuş bulunan Acemi ocağına gönderiliyor ve yevmiye bir akça ücretle Gelibolu ile Çardak arasında işleyen at gemilerinde hizmet görüyorlardı. Bir müddet sonra bunlar, Yeniçeri ocağına alınıyorlardı. Fakat bu esirler, firsat buldukça kaçıp memleketlerine gittikleri için bu sistem değiştirildi. Savaşlarda esir edilen küçük yaştaki Hristiyan çocukları, evvela Anadolu’daki Türk köylülerinin yanına verilerek (Türk’e vermek) az bir ücretle hizmet ettirilmeye başlandı.

Gerçi bu ocağın, Rumeli fatihi Süleyman Paşa zamanında, bizzat kendisi tarafindan savaşta esir alınan Hristiyan çocukları ile başladığı belirtilmekte ise de ocağın gerçek manada müesseseleşmesi, yukarıda belirtilen şekilde olmuştur.


Sözlük manasıyla beşte bir demek olan “pencik” harplerde ele geçirilen esirlerden, askerlikte kullanılmak üzere beşte birinin alınması demektir.

İslâm hukukunun ganimetlerle ilgili vaz’ etmiş olduğu prensiplerinden doğmuş olan “pencik”, Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında uygulanmıyordu. Harpler sonunda ele geçen diğer ganimetler gibi esirler de gazilere taksim ediliyordu. Gaziler, hisselerine düşen esirleri, İslâm hukuku gereğince istedikleri şekilde istihdam edebiliyor, istihdam yeri olmayan da onları satabiliyordu.

Osmanlılarda Acemi Oğlanı iki şekilde alınırdı. Bunlardan biri savaşlarda elde edilen erkek esirlerin beşte birinden (pencik), diğeri de Osmanlı vatandaşı olan Hristiyan çocuklardandı. Savaşlarda elde edilen esirlerin asker olarak alınmasıyla ilgili “Pencik Kanunu” tertib edilmişti. Buna göre alınan esir oğlanlara “Pencik Oğlanı” adı verilmişti. Elde edilen bu esirler, “Pencikçi” denilen memur tarafindan tesbit edilir, bunlardan on ila on yedi yaşları arasında olan erkek esirlerden vücutça kusursuz ve sağlam olanlar devletçe üçyüz akçe karşılığı, satın alınırdı. Böylece Acemi ocağina ilk efrad, Pencik kanunu ile toplanmıştır. Bu sistemin gelişmesinde büyük ölçüde rolü bulunan Kara Rüstem de Gelibolu’da Pencik vergisini (Resm-i Pencik) toplamakla görevlendirilmişti.

Pencik oğlanlarının , Anadolu’daki Türk çiftçilerinin yanına verilmesi, aradaki deniz sebebiyle kaçmalarına engel olmak içindi. Bununla beraber, zaman zaman bazı esir çocukların Avrupa’ya kaçtığı görülüyordu. Esirlerin, Türk çiftçilerinin yanına verilmesi ile ilgili kanun hakkında kaynaklarda farklı tarih ve zamanlar verilmektedir. Bu cümleden olarak Sırpsındığı savaşı, Edirne’nin fethi ve Bilecik tarafina yapılan ilk akınlarda olduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.

Cüz’i bir ücretle Türk çiftçisinin yanına verilen Acemi oğlanlarına çok az bir ücretin verilmesi, onların “ben padişah kuluyum” deyip çiftlik sahibine kafa tutmaması içindi.

Acemi oğlanlar, ziraat işlerinde çalıştırıldıkları gibi kısa zamanda Türkçe ile birlikte İslâm-Türk örf ve âdetlerini de öğreniyorlardı. Böylece yeni hayata intibak ettikten sonra bir akça gündelikle “Acemi Ocağı”na kayıt ettiriliyorlardı. Burada bir müddet hizmet gördükten sonra yevmiye iki akça karşılığı “Yeniçeri Ocağı”na gönderiliyorlardı. Yıldırım Bâyezid döneminin sonlarına kadar belirtilen şekilde devam eden bu usûl, Ankara Savaşı’ndan (1402) sonra fetihlerin durması ve iç karışıklıkların baş göstermesi yüzünden büyük ölçüde tatbik edilemez olmuştu. Kapıkulu ocaklarındaki kadro eksikliğini gidermek için başka bir çareye baş vurmak gerekiyordu. Bu sebeple Rumeli’deki Hristiyan tebeadan muayyen bir kanunla ve “Devşirme” ismiyle münasib sayıda Hristiyan çocuğu alınmasına karar verildi.

Daha önce de temas edildiği gibi Ankara Savaşı’ndan sonra Osmanlı fetihleri durmuş, bazı yerler Bizans ve Sırplara terk edilmişlerdi. Gerek Çelebi Mehmed zamanında, gerekse oğlu Sultan Ikinci Murad’ın ilk devirlerinde Rumeli’de fütuhat yapılamadığı için esirlerden istifade edilememişti. Bunun üzerine Osmanlılardan önceki Türk ve İslâm devletlerinde uygulanmamış olan yeni bir usûl ile devletin, Hristiyan tebeası olan ve yaşlan uygun çocuklarından sadece bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması kararlaştırıldı. Böylece Hristiyan vatandaşların çocuklarından asker devşirmek için bir “Devşirme Kanunu” yürürlüğe konuldu. Bu yeni kanunla, baştan başa gayr-ı müslim olan Rumeli halkı, tedrici surette müslümanlaştırılacaktı. Müslümanlaştırılan bu insanlarla da Osmanlı ordusu kuvvetlenecekti. Böylece devlet, bu sayede Müslüman nüfusunu koruma gibi bir hedefe de ulaşmış oluyordu. Gerek Müslüman nüfusu çoğaltma, gerekse harplerde kendisinden istifade etme bakımından iki yönden faydalı olan bu Devşirme kanunu , Pencik kanunu ile asker almanın yerine geçmişti. Zaten Pencik kanunu da eski önemini kaybetmeye başlamıştı.

Devşirme kanunu gereği ihtiyaca göre üçbeş senede ve bazen daha da uzun bir sürede Hristiyanlardan sekiz ila on sekiz ve bazen yirmi yaş arasındaki sıhhatli ve kuvvetli çocuklardan Acemi Oğlanı alınmaya başladı. Bununla beraber 14-18 yaş arasındakiler tercih ediliyordu. Önceleri Rumeli’de Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan’dan, daha sonra ise Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan’dan çocuk toplandı. Bu durum, XV. Muhtelif hizmetlerde bulunan Acemilerin, Yeniçeri Ocağına kayıt ve kabullerine “Çıkma” veya “Kapıya Çıkma (bedergâh)” denirdi.

Devşirme usûlü, kendi dönem ve zamanına göre iyi bir sonuç vermişti. Bu sonuç hem Osmanlılar, hem de çocuğu devşirilen aileler için faydalı olmuştu. Osmanlılar açısından faydalı olmuştu, zira o dönemin bitip tükenmek bilmeyen harpleri, devamlı surette insanları yutan birer makine haline gelmişlerdi. İşte bu makinaların zararlarını en aza indirebilmek ve kendi Müslüman Türk nüfusunu koruyabilmek için devlet, gayrı müslim vatandaşlarından istifadeyi düşünmüştü. Böylece hem İslâm Türk mefkûresinin daha geniş sahalarda yayılmasını sağlamak, hem de kendi asıl nüfusuna dokunmamak suretiyle azınlığa düşmeyecekti. Devşirme sistemi, çocuğu devşirilenler bakımından da faydalı bir şeydi, çünkü onlar da çocuklarının içinde bulundukları mali sıkıntıdan kurtulacağını biliyorlardı. Muhtemelen çocukları devlet kademelerinde vazife alır ve yüksek bir mevkiye gelebilirdi. Bunun da kendileri için faydalı olacağı bir gerçekti. Bu sebepledir ki kaynaklar, pek çok Hristiyan ailenin, çocuğunu devşirmeye verebilmek için adeta birbirleri ile yarıştıklarını kayd ederler. Hatta sadece Hristiyan çocuklarının devşirilmesi kanun iken feth edildikten sonra halkı Müslüman olan Bosna’dan da devşirilmek suretiyle acemi oğlanı alınırdı. Zira bunu bizzat kendileri arzuluyordu.

Bilindiği üzere her saha ve konuda olduğu gibi devşirme sisteminde de arzu edilmeyen bazı suistimallerin olduğu söylenebilir. Buna karşılık devlet, gönderdiği memurlarının kanunsuz hareketlerini önlemeye gayret ediyordu. 9. Cemaziyelahir 973 (10 Ocak 1566) tarihinde Semendire Beyi ile İvraca Kadısına yazılan bir hükümde Acemi oğlanı devşirmeye giden bir memurun hâne (ev) başına onar akça nal parası vesair kanunsuz paralar alıp 5-10 yaşındaki çocukları önce alıp sonra bin ve daha ziyade akçaya tekrar babalarına sattığı bildirilmekle Yayabaşılarından Ferhad gönderilip hakkıyla teftiş olunması ve memurun eşyası arasında bulunan para, kumaş vesair mühürlenip defterle merkeze gönderilmesi emr edilmistir. Böylece devlet, bu ve benzeri haksızlıkların önüne geçmeyi, adaletsizliği ortadan kaldırmayı istiyordu.

Yeniçeri Ocağı

Avrupa’da kurulan devamlı ordudan bir asır önce vücuda getirilmiş olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde dünyanın en mükümmel ordusu haline getirilmişti. Bu ordu, teşkilât ve disiplini ile bu sıfatı taşımaya hak kazanmıştı. Osmanlı Devleti’ni kuran ve kısa bir zamanda hududları Rusya, Lehistan, Macar ovalan ile Viyana, Venedik önlerine, İran, Arabistan ve Mısır çöllerine kadar gotüren hükümdarların en büyük dayanaklarından biri bu ordu olmuştur.

Piyade birliği olan Yeniçeri ocağının, hangi tarihte ihdas edildiği kesin olarak tesbit edilememekle birlikte bunun, Murad Hüdavendigâr zamanında yani on dördüncü asrın son yarısı içinde bir ocak halinde kurulduğu söylenebilir. Bazı kaynaklarda bu kuruluşun 1365 yılı olduğu söyleniyorsa da büyük bir ihtimalle bunun 1362 yılında olduğudur. Türkçe asker demek olan “Çeri” ile “yeni” kelimelerinin bir araya gelmesiyle meydana gelen bu terim, Osmanlı Devleti’nin merkezinde ve hükümdara bağlı bulunan yaya askeri için özel bir isim haline gelmiştir. Hacı Bektaş-i Veli ile hiç bir ilgisi olmamakla birlikte (Âşıkpaşazâde, 204-206) zamanla bu tarikata izafe edilerek Yeniçerilere “Taife-i Bektaşiye”, ocağa da Bektaşî ocağı denmiştir.

Bu ocağın kuruluş sebebi, mevcud askerin azlığına rağmen, fetihlerin çoğalıp sınırların genişlemesi ve eldeki askerin de bu sınırları koruyamaz duruma gelme endişesi idi. Halbuki hem Rumeli’yi elde tutabilmek hem de yeni fetihlerde bulunabilmek için devamlı ve hükümdarın emir komutası altında bir askerî birliğe ihtiyaç vardı. Benzer teşkilâtlar, yani esirlerden istifade etme sistemi, daha önceki Müslüman ve Müslüman Türk devletlerinde de vardı. Bu mânada Osmanlıların, Selçuklular ile Memlukluları örnek aldıkları anlaşılmaktadır.

Yeniçeriliğin ilk kuruluşunda, orduya bin kadar yeniçeri alınmıştı.Bunların her yüz kişisine komutan olarak daha önce Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir “Yayabaşı” tayin edilmiştir.

Ocak, XV. yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemaat adı verilen bir sınıftan ibaret iken Fâtih Sultan Mehmed zamanından itibaren (1451 senesi), “Sekban” bölüğünün de iltihakıyla iki sınıf haline gelmiş. XVI. asır başlarında ise “Ağa” bölüğü denilen üçüncü bir kısım daha teşkil edilmiştir. Yaya bölükleri peyderpey artarak 101 bölüğe kadar çıkmıştır. Ağa bölükleri 61, Sekban bölükleri ise 34 rakamına kadar yükselmiştir.

Yeniçeriler, başlarına börk ismi verilen beyaz keçeden bir başlık giyerlerdi. Bunun arkasında ise yatırtma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer almaktaydı. Yeniçeriler börklerini eğri, subayları da düz giyerlerdi. Fâtih kanunnâmesinde belirtildiğine göre yeniçeri taifesine her yıl beşer zira’ laciverd çuka ve otuz iki akça “yaka akçası” ile her birine başına sarması için altışar zir’a astar verilmesi hükmü konmuştu.

Her yeniçeri bölüğüne “Orta” denirdi. Her ortanın da komutanı olan ve “Çorbacı” denilen bir subayı bulunurdu. Sekban ve Ağa bölüklerinde bu komutana “Bölükbaşı” denirdi. Yeniçeri ocağının en büyük komutanı “Yeniçeri Ağası” idi. Yeniçeri Ağası, ocağın kuruluşundan 1451 senesine kadar .ocaktan tayin edilirken bu tarihten sonra Sekbanbaşılardan tayin edilmeye başlandı. Bununla beraber bu kanun daha sonra değiştirilerek ocağın dışından olan kimseler de tayin edilmiştir. Yeniçeri Ağası, Yeniçeri Ocağı ile Acemi Ocağı işlerinden sorumlu idi. Bundan başka İstanbul’un asayişi ile de ilgilenir ve yanında bulunan bir heyetle kol dolaşıp güvenliği sağlardı. Bu sebeple hükümdarlar, bunların güvenilir ve sadık kimselerden olmasına dikkat ederlerdi. Yeniçeri Ağalarının azıl ve tayini 1593’e kadar doğrudan padişah tarafindan gerçekleştirilirken, bu tarihten itibaren veziriazamlara intikal etmiştir.

Yeniçeri Ocağı’nın en büyük komutanı olan Yeniçeri Ağası’ndan başka Sekbanbaşı, Ocak Kethüdası veya Kul Kethüdası, Zağarcıbaşı, Turnacıbaşı, Muhzir Ağa ve Baş çavuş ta ocağın büyüklerindendi. Bunlardan başka bir de “Yeniçeri Efendisi” denilen ocak kâtibi vardı.

Yeniçeriler, maaşlarını (ulûfe) üç ayda bir alırlardı. Bu konuda ocağın en büyük âmiri olan Yeniçeri Ağası ile herhangi bir nefer arasında fark yoktu. Onun için Yeniçeri Ağası da bu ulûfe işine dahil edilirdi. Ulûfe, pâdişahın nezâretinde büyük bir merasimle her ortaya torbalar halinde tevzi edilirdi. Hicrî kamerî takvime göre dağıtılan ulûfenin Salı günü verilmesi kanundu.

XVI. asra kadar devşirmeden toplananlardan başkası katılamazken 990 (1582) senesinde Sultan III. Murad (1574-1595)’in, şehzadesi Mehmed için tertiplenen sünnet düğününe katılan bir sürü cambaz, hokkabaz ve oyuncunun mükafat olarak bu ocağa kayd olmaları, ocağın yavaş yavaş bozulmasına sebep olmuştu. Devletin kuruluşundan kısa bir müddet sonra teşkil edilen Yeniçeri Ocağı, belirtilen olaydan sonra hariçten insanların ocağa girmesiyle bozulmaya yüz tutmuştu. Çünkü, eğitimsiz ve başıboş kimselerin ocağa girmeleriyle bu askerî teşkilât, doğrudan siyasete katılan, devlet adamlarını tayin veya azlettiren, padişahları tahttan indiren veya tahta çıkaran bir kuvvet halini almıştı. Gerçekten de onların zorbalıklarını ve yaptıkları kötülüklere işaret eden (1826) tarihli bir hüküm İstanbul Kadısına gönderilmiştir. Bu hükümde şöyle denilmektedir: “Allah’a, Peygambere ve sizden olan ûlu’l-emre itaatediniz” âyet-i kerimesi muktezasınca kaffe-i mü’min ve muvahhid olanlar, emr-i ulu’l-emre itaat ve inkiyad ile me’mur olup bir müddetten beri Yeniçeri nâmına olan eşkıya makulesi, hilâf-i ser’-i şerif, daire-i itattan huruc ederek fürce bulması cihetiyle gerek memâlik-i mahrûsede ve gerek dâri’s-saltanat-ı seniyede her bir şey çığrından çıkmıs ve ol makule esrar-ı nâsin garazları olan mel’aneti icra zımnında her bir şeye müdahele daiyesine düşmelerinden nasi, Ümmet-i Muhammed’in mal ve canlarından emniyetleri kalmayıp rahatlarına halel gelerek bayağı alış verişlerine varınca fesada varmış…” Bu hükümde de açıkça görüldüğü ve yukarıda belirtildiği gibi Yeniçeri askeri her şeye müdahele eder olmuş. Buna karşılık gerçek vazifesi olan askerliği tamamıyle unutur olmuştu. Zira onlar, askerlik yerine esnaflıkla uğraşıyorlardı. XVII ve XVIII. asırlarda sık sık ayaklanmışlardı. Bunun üzerine ocak, “Vak’a-i Hayriye” diye isimlendirilecek olan bir karar ve hareketle 15 Haziran 1826’da Sultan İkinci Mahmud tarafindan lagv edilerek ortadan kaldırıldı.

Cebeci Ocağı

Kapıkulu askerinin piyade ocaklarından biri de “Cebeci Ocağı”dır. Kelime olarak “cebe” zırh demektir. Osmanlılar, bir nevi istilah olarak bu kelimenin mana ve kapsamını genişletmiş görünmektedirler. Bunun içindir ki “cebeci” dendiği zaman belli hizmetleri olan bir askerî sınıf akla gelmektedir. Buna göre devletin yaya muharib askeri olan yeniçerilerin ok, yay, kalkan, kılıç, tüfek, balta, kazma, kürek, kurşun, barut, zırh, tolga, harbe vesaire gibi ihtiyaçları olan savaş alet ve eşyası yapan veya tedarik eden ocağa “Cebeci Ocağı” denirdi. Bu ocak, yeniçerilere lazım olan harp levazimatını deve ve katırlarla nakl ederek, cephede bulunan yeniçerilere dağıtırdı. Savaş sonunda da bunları tekrar toplardı. Bu arada tamire muhtaç olanları da tamir ederek silah depolarında muhafaza ederdi.

Sefer esnasında ordu komutanları refakatına münasib bir miktar cebeci verilirdi. Bunların, kuvvetli, becerikli ve silahtan anlayanlardan olması gerekirdi. Bu maksatla Cebecibaşıyla bu yolda emirler verilirdi. Barış zamanında bunlar, kendilerine tahsis edilen Ayasofya taraflarında ve Tophane civarında bulunan kışlalarında ikamet ederlerdi.

Bu ocağın kuruluş tarihi kesin olarak tesbit edilmekle birlikte, Yeniçeri ocağı ile birlikte veya ondan çok kısa bir müddet sonra olduğu tahmin edilmektedir. Bu ocağa girecek olanlar, “Pencik” ve “Devşirme Kanunu” devam ettiği müddetçe Acemi oğlanları arasından seçilirdi. Sonraları Yeniçeriler gibi bunların da evlenmelerine müsaade edildiğinden yetişen çocukları da cebeci olurdu. Ocağa alınacak kimseler, önceleri “sakird” ismiyle alınır, daha sonra fiilen cebeci olurlardı.

Ocak mevcudu, aralarındaki münasebet dolayısıyla Yeniçeri askerinin azalıp çoğalmasına bağlı olarak artar veya eksilirdi. XVI. asır ortalarında yeniçeriler 12 bin nefer iken bunların sayılan 500 kadardı. XVII. asırda (1675) te cebecilerin sayıları 4180 civarındadır. XVIII. yüzyılda cebecilerin sayısı 2500-5000 arasında değinmekteydi. Yeniçeri Ocağı’nın lagv edilmesi ile ortadan kalkan Cebeci Ocağı, Asakir-i Mansûre ile yeniden tesis edilmişti.

Diğer Kapıkulu ocakları gibi “orta” denilen ve 38 bölüğe ayrılmış bulunan cebecilerin en büyük komutanı “Cebecibaşı” idi. Ortalar, kendi aralarında silah yapan, silahlan tamir eden, barutları islâh eyleyen, harp levazımatını tedarik edip hazırlayan ve humbara yapanlar gibi ayrı ayrı kısımlara ayrılıyorlardı.

Topçu Ocağı

Top dökmek, top atmak ve top mermisi yapmak gayesiyle teşkil edilen bu ocak da, Kapıkulu ocaklarının yaya kısmındandı. Efradı, Acemi Ocağı’ndan sağlanırdı. Osmanlı ordusunda ilk top, Sultan I. Murad zamanında 1389 yılında Kosova Meydan Muharebesinde kullanılmıştır. Yıldırım Beyâzid tarafindan da gerek İstanbul muhasaralarında gerekse Niğbolu kuşatmasında topun bir silah olarak kullanıldığı, Aşıkpaşazâde tarafindan anlatılmaktadır. Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nin daha başlangıç yıllarında top, ordunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bununla beraber topun silahlı kuvvetlerin ağır ve önemli bir silahı olarak ordu ve donanmaya yerleşmesini sağlayan, Fâtih Sultan Mehmet olmuştur. Kale yıkan büyük toplar ile havan topunun mucidinin de Fâtih Sultan Mehmed olduğu belirtilmektedir. Bu silahın, askeriyedeki önemi o kadar büyümüş ve devlet ona o kadar ehemmiyet vermiştir ki, patlatılamayan bir topun patlamasını temin eden kimseleri bile her türlü vergi ve rüsûmdan muaf saymıştır.

Ocağının top döken kısmı ile top kullanan bölükleri ayrı ayrı idiler. Toplar, her zaman devlet merkezinde veya fabrikalarinda döktürülmezlerdi. Bazen kale muhasaralarında kalelerin önünde de top imal edildiği görülmektedir. Nitekim Sultan II. Murad zamanındaki Mora ve Arnavutluk seferlerinde, daha sonra da İstanbul kuşatmasında develerle getirilen malzeme ile buralarda toplar döktürülmüştü.

Osmanlılar, gelecekteki ihtiyaçlarını karşılamak ve devamli bir şekilde hazırlıklı bulunmak gayesiyle İstanbul’un dışında da top fabrikaları kurmuşlardı. Bu fabrikalar, hudud veya hududa yakın yerlerde idi. Bu yerler:

Belgrad, Semendire sancağının Baç (Beç) madeni, Budin, Içkodra, Praviste, Timasvar ile Asya’da İran sınırına yakın Kerkük’ün Gülanber kalesi idi. Bu topların mermilerini yapan fabrikalar da Bilecik, Van, Kigi, Kamengrad, Novaberda ve Baç’da idi. Bu mermiler (yuvarlak=gülle) için de ayrı ayrı yerlerde depolar yaptırılmıştı. Her yıl ne kadar mermi ve gülle döküleceği, Divan tarafından planlanıp Topçubaşına bildirilirdi. Dökümhanelere de buna göre emir giderdi. Bir gülle dökümhanesinin yıllık ortalama kapasitesi 20-24 bin aded arasında değişiyordu. Bu mermilerin en küçükleri 320 gram ağırlığında idi. Bunlar, “Sahî” denilen topların gülleleri idi. Sahîler, katır sırtında taşınabilen ve yalnız iki topçu eri tarafindan kullanılabilen küçük, pratik, ateşi seri ve müessir toplardı. “İnce Donanma”yı meydana getiren nehir gemilerinde de bunlar kullanılırdı. Kale muhasaralarında surları yıkmak için kullanılan toplar daha büyüktü. Bu topların gülleleri 70 kg. ağırlığında idi. Top mermisi döken madenlerde dökücü ustaları ve yeterince işçi vardı.Dökücüler, İstanbul’daki Tophaneden gönderilirlerdi.

Osmanlılar, sadece madenî değil, taş gülle de kullanmışlardı. Bu gülleleri demir olanlardan ayırmak için “Taş gülle” tabirini kullanıyorlardı.

Topçu ocağının en büyük zâbitine (subayına) “Sertopî” veya “Topçubaşı” denirdi. Bundan başka Dökümcübaşı, Ocak kethüdası ve çavuşu gibi yüksek rütbeli subayları ile “Çorbacı” veya “Bölükbaşı”, Dökücü halifeleri” gibi subayları ile Ocak katibi vardı.

Tophanede sivil memurlar da istihdam ediliyordu. Bunlar, Tophane Nâzin ile Tophane Emini idi. Tophane Emini, tophaneye alınan ve sarf edilen eşyanın defterini tutar ve her sene hesabını verirdi. Tophane levazımı, bunun eli ile tedarik edildiğinden vazifesi çok önemli idi. Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Topçubaşı, Dökümcübaşı, Tophane nazırı, top dökümcüleri kethüdası, Tophane emini ve Topçu çavuşu Tophane ocağının yüksek rütbeli subaylarındandı.

Topçular, sayıca “Cebeciler”e yakın idiler. XVI. asırda ocağın mevcudu 1204 nefer iken, XVII. asırda bu sayı 2026’ya kadar yükselmiştir. Onyedinci asrın sonlarında muharebelerin devamı yüzünden sayıları 5084’e kadar çıkmıştır.

Oldukça islah edilmesine rağmen Sultan III. Selim’in tahttan indirilmesi (hal’) esnasında Kabakçı Mustafa’ya iltihak eden Topçu ocağı, isyana istirak etmişti. Halbuki Sultan Selim, bu ocağın, zamanın şartlarına göre islâh edilmesine ehemmiyet vermiş, derece ve itibarlarını artırmıştı. Vak’a-i hayriye esnasında topçular, devlete sadık kalarak Humbaracı ve Lağımcı ocakları ile birlikte “Sancağ-ı Şerif” altına gelmişlerdi. Yeniçeri ocağının ilgasından sonra Topçu ocağı yeni şekle göre tertip edilmişti.

Topçu ocağı ile çok yakından ilgisi bulunan bir ocak daha vardır ki, bu da “Top Arabacıları Ocağı”dır. Osmanlıların ilk dönemlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. XV. asırdan sonra topçuluğun büyük ölçüde gelişmesi üzerine ve büyük topların dökülmesinden sonra, yenilik yapan Osmanlılar, bunları araba ile savaşa gotürmeye başladılar. Demek oluyor ki bu ocak, topların daha ziyade tekemmül ederek arabalarla taşınmasından sonra doğmuştur. Arabacıbaşı adında bir subayın komutasında bulunan bu ocak da çeşitli ortalara ayrılmıştı.

Humbaracı Ocağı

Farsça asıllı bir kelime olan humbara, içine patlayıcı maddeler doldurulmak suretiyle demirden yapılmış bulunan mermi demektir. Humbaracı da bu mermiyi havan topu ile kullanan topçu (havan topçusu) demektir. Humbaranın el ile atılanı (el bombası) olduğu gibi havan topu ile atılanı da vardır. Ayrıca taş da atılabilrdi.

Daha çok kale kuşatmalarında ve görülmesi mümkün olmayan hedeflere karşı kullanılan havanlar sayesinde Müslüman Türkler, dikkate değer başarılar sağlamışlardı. Topçular gibi Kapıkulu ocağına mensub bulunan humbaracı ortalarının XV-XVI. asırlar arasında ihdas edildiği tahmin edilmektedir. Humbaracıbaşı adı verilen bir subayın komutasında bulunan bu ocak mensupları, başlangıçta biri topçulara, diğeri cebecilere bağlı olmak üzere iki kısımdan ibaretti. Bu ocağın esas kısmının Kapıkulu gibi maaşlı değil, tımarlı olduğu bilinmektedir. Nitekim 1126 yılı Safer ayının sonlarında Humbaracıbaşı tarafindan Payıtahta gönderilen bir arızadan, Hotin Kalesi muhafazasında bulunan tımarlı humbaracı neferatının bulunduğu anlaşılmaktadır. Buna göre humbaracıları topçu, cebeci, ve tımarlı olmak üzere üç kısma ayırabiliriz.
Bulunması gereken birçok vesikada isimleri zikredilmeyen humbaracıların müstakil bir ocak haline gelmesi XVII. asırdan sonra olmalıdır. XVIII. yüzyıl başlarında büsbütün ihmale uğrayan humbaracılık mesleğinin, günün şartlan ve Avrupa’daki gelişmesi de göz önüne alınarak yeniden tesisi düşünüldü. Bir müddet Avusturya’da kaldıktan sonra Osmanlı ülkesine iltica edip Müslüman olan Fransız asilzâdesi Copmte de Bonneval (Ahmet Pasa), Birinci Mahmud devrinde Mirimirân rütbesi ile humbaracıbaşılığına tayin edildi. Humbaracı ocağı, “fenn-i humbara ve sanayi-i ateşbazîde maharet-i tammesi” olan bu zat tarafindan Avrupa’daki usûl ve sistemlere uygun bir şekilde teşkilatlandırılmaya tabi tutuldu. Ahmed Paşa’nın bu konudaki çabaları sonucunda Bosna’dan 301 nefer alınarak her 100 kişi bir “oda” teşkil etmek üzere bir ocak vücuda getiriliyor, her bölüğe bir yüzbaşı, iki ellibaşı, on onbaşı, tabib, cerrah ve yazıcılar tayin olunduktan ve ulûfeler tesbit edildikten sonra teşkilât, humbaracıbaşının emri ve sadrazamın nezareti altına alınıyordu. Sıkı bir talim ve eğitim ile yetişecek olan humbaracılardan tahsillerini bitirip olgun bir hale gelenler, Vidin, Nis, Hotin, Azak ve Bosna”nın serhad kalelerine “Humbaracıbaşı” olarak tayin edileceklerdi.

Fabrika ve kışlaları Üsküdar’da bulunan humbaracıların, devlet askerî teşkilâtı bakımından önemli bir yeri bulundukları anlaşılmaktadır. Yeniçeriliğin ılgası esnasında meydana gelen olaylarda, devletin yanında yer almış olan Humbaracı Ocağı, Asakir-i Mansûre ordusu içinde topçulara bağanarak ayrı bir ocak olmaktan çıkmış oldu.

Lağımcı Ocağı

Kuşatma altındaki surlarının altından tünel (lağım) kazmak suretiyle yıkan veya düşmanın açtığı tünelleri kapatan bir ocaktır. Osmanlı ordusunda mühendislik bilgisine dayalı olan bu ocak, XVII. asrın ortalarından itibaren bozulmaya yüz tutmuştu. Biri, Cebecibaşının komutasında ve maaşlı, diğeri de Lağımcıbaşı denilen komutanın emri altında ve tımarlı olan iki kısma ayrılıyorlardı.

Yer altında yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkan veya lağım açarak berheva eden lağımcılık, Osmanlı ordusunda çok gelişmişti. Gerçekten, günümüzün istihkâm sınıfı diye adlandırabileceğimiz bu ocak hakkında şu ifadeler kullanılmaktadır:

“XVIII. asra kadar Türk istihkamcısı, gerek teknik ve gerekse tabya bakımından dünyanın mukayese edilemeyecek kadar en üstün istihkâm sınıfı idi. Bunu, o dönemin bütün Avrupalı yazarları ve tanınmış generalleri teyid etmektedirler. Modem Avrupa istihkamcılığının kurucusu da Türklerdir. Türk istihkâm tekniğini ilk defa Fransızlar öğrenmiş ve XIV. Louis devrinde tatbik etmişlerdir. Daha sonra bu teknik bilgi, Avrupa orduları tarafindan aynen iktibaş edilmiştir. (Lavisse-Rambaud, VI, 96) Avrupa istihkamcılığının babası sayılan mühendis general Vauban, ilk defa Türkler’den öğrendiği tabya tekniğini, 1673 senesinde Hollanda’nın Maestricht kalesi kuşatmasında kullanmış, basarılı olması üzerine aynı asrın sonlarında bu teknik, bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Vauban, Türk istihkam tabyasını Kandiye’de öğrenmişti.”

Vazifesi, sadece tünel açmakla bitmeyen bu ocak, hem ordunun hem de ağırlıklarının geçirilmesi için köprü yapmak ve gerekiyorsa mevcudları tamir etmek gibi vazifelerle de yükümlü idi. Kale muhasaralarında bunların bilgi, teknik ve faaliyetlerinden epey istifade edilmiştir. Bu sayede zaptı kabil olmayan pek çok kale, bu ocak mensuplarının açtıkları tüneller sayesinde kolayca ele geçirilmişti. Nitekim Serdar-ı Ekrem Köprülüzâde Ahmed Paşa’nın 1078 (1667) senesindeki Kandiye kuşatma ve fethinden bahs edilirken lağımcıların burada ne denli hizmet ve yararlılıklar gösterdiğine temas edilir. Bu tarihten sonra da Osmanlıların lağımcılığı yavaş yavaş gerilemeye başlamıştı. Bu sebeple olsa gerek ki, 1207 (1792) de “Nizam-i Cedid” denilen yeni bir sistemle dönemine göre modern bir hale getirilmeye çalışıldı. Bu maksatla ocak, biri lağım bağlamak, diğeri köprü, tabya ve kale yapmak gibi mimarî bilgi gerektiren iki kısma ayrıldı.

Kapıkulu Süvarisi

Osmanlı kapıkulu ordusunu teşkil eden ikinci sınıf askerî güç, Kapıkulu süvarisidir. Osmanlıların muvaffakiyetli hamlelerinde bu sınıfın da büyük bir hissesi vardır. Osmanlı topraklan genişledikçe tımarlar çoğalıyor, tımarlar çoğaldıkça da tımarlı süvari (sipahi)nin sayısı da artıyordu. Fakat bunlar, kendi tımarların da ikamet ettiklerinden, başarıları mahdud kılıyordu. Bu bakımdan daha kuruluş yıllarından itibaren devlet merkezinde, yeniçeriler gibi devamlı ve maaş alan bir süvari birliğinin bulundurulması ihtiyacı hissediliyordu. Bu sebeple Sultan I. Murad döneminde, Rumeli Beylerbeyi olan Timurtaş Paşa’nın yardım ve tavsiyesiyle ilk adım atılmış oluyordu. Önce “Sipah” ve “Silahdar” adı ile iki bölük olarak teşkil edilen Kapıkulu süvarisine daha sonra “Sağ Ulûfeci” ve “Sol Ulûfeci” (Ulûfeciyan-i yemin ve yesâr) ile “Sağ ve Sol Garipler” (Gureba-ı yemin ve yesâr) ismi verilen dört bölük daha ilave edilerek Kapıkulu süvari ocağı altı bölüğe yükseltilmiş oldu.

Kapıkulu süvari sınıfını meydana getiren efrad da devşirme çocukları ile harplerde esir alınan çocuklardan meydana geliyordu. Bunlar da yeniçeriler gibi hükümdarın şahsına mahsus olan atlı kuvvetler idi. Bunlardan vücutça uygun ve kabiliyetli olanlar, İstanbul, Edirne ve Gelibolu saraylarında terbiye olunduktan sonra yedi senede bir “Bölüğe çıkmak” tabir edilen bölüklere verme işlemi yapılırdı. Derece ve maaş itibariyle yeniçerilerden daha yüksek olmalarına rağmen, idare üzerindeki nüfuzları ve harplerdeki önemleri itibariyla onlar kadar ilerde değillerdi.

Kapıkulu süvari birliklerinden ilk ikisine “Baş”, öbür ikisine “Orta”, son ikisine de “Aşağı bölükler” adı verilmişti. Bunlardan sipah bölüğüne “Kırmızı bayrak”, silahtar bölüğüne “San bayrak”, orta ve aşağı bölükler için de “Alaca bayrak” tabiri kullanılırdı.

Kapıkulu süvarileri, hükümdarla birlikte sefere gittikleri zaman onun sağ ve solunda yürürlerdi. Sipah sağda, silahtar da solda bulunurdu. Sipahin sağında sağ ulûfeciler, silahtarların solunda da sol ulûfeceler yürürlerdi. Bunların sağ ve solunda da sağ ve sol garipler yürüyorlardı.

Sipah ve silahtarlar, muharebe meydanında padişahın çadırını (Otağ-ı hümâyun), ulûfeciler gerek muharebe esnasında, gerekse konaklama yerlerinde saltanat sancaklarını garipler ise ordu ağırlıkları ile hazineyi muhafaza ederlerdi.

Adı geçen “Altı Bölük” efradı, hayvan besledikleri için devlet merkezinden fazla uzak olmayan ve mer’asi bol yerlerde ikamet ediyorlardı. Bu yüzden bunlardan bir kısmı Bursa ile Edirne, bir kısmı da İstanbul ve civarinda ikamet etmek zorunda idiler. Kanunî Sultan Süleyman zamanından başlamak üzere, bunlardan 300 kişi, sefer zamanlarında devlet merkezinde bir çeşit yaverlik yapmak vazifesi ile görevlendirilmişlerdi. Mülazım adı verilen bu 300 kişi, barış zamanlarında mirî mukataaların idaresi ile cizye cibâyeti (toplanması) gibi işlerle görevlendirilmişlerdi.

Kapıkulu süvarilerini meydana getiren her bölüğün âmiri olarak ayrı ayrı ağaları vardı. Bunlar, Sipah ağası, Silahtar ağası, Sağ ulûfeciler ağası gibi isimler alıyorlardı. Belge ve kanunnâmelerde bu isimler aynen kullanılıyordu. Nitekim 18 Muharrem 973 (15 Ağustos 1565) tarihli Semendire ve Belgrad’a kadar yol üzerinde bulunan kadılara gönderilen hükümde bu isimlerden aynı lafizlarla söz edilmesi bunun örneklerinden biridir. Protokol bakımından bunların en ileride olanı Sipahi ağası olduğu gibi, bunun komutasında bulunan bölük de en itibarlı bölük idi. Ağalardan başka her bölüğün bölükbaşıları, kethüdaları, kethüda yeri, katip ve kalfa isimlerini taşıyan bir komuta heyeti ile basçavuş ve çavuş adlarında küçük rütbeli zâbıtları vardı.

Kapıkulu süvarilerinin kullandıkları silahlar, genellikle o dönemde her kavim ve millet tarafindan kullanılan silahlardı. Bunların orjinalliği silahların imal ve kullanılmasında idi. Türk silahlarının daha hafif, yani taşınma ve kullanılmasının kolay olması bir üstünlük sağlıyordu. Hafif silahlar grubuna giren bu silahlar, ok, yay, kalkan, harbe veya mızrak ile bele takılan balta, pala veya hançerle atların eğer kasına asılmış olan gaddare denilen geniş yüzlü kısa bir kılıç ve bozdoğan ismi verilen yuvarlak başlı bir ağaç topuzdu. Kapıkulu süvarilerinin bellerindeki ok keselerinde (sadak) okları vardı. Muharebelerde, bu silahlardan duruma göre uygun olanını kullanırlardı. Bu süvarilerin üzerlerinde çelik zırhlı gömlekler vardıi. Kalkanları ise elbise ve başlıklarının renginde boyanmıştı. Muharebelerde yanlarında yedek hayvanlarıda bulunurdu.

Sultan III. Murad döneminden önce hariçten bir kimsenin giremediği bu ocağa, adı geçen hükümdar zamanında, dışardan iltihaklar başladı. Ocak teşkilatı bozulduktan sonra “veledes” denilen süvari oğullarıda ocağa alınnmaya başlamıştı. Kanunî Sultan Süleyman zamanında sayılan yedi bin kişi civarında iken, hariçten ocağa girenler yüzünden bu sayı yirmi bini bulmuştu. Bilahere Kaptan-ı Derya Kara Murad Paşa‘nın, ocakları, İbsir Paşa aleyhine kışkırtması sonucunda süvari mevcudu, ocaktan tard edilmiş olanlarıda tekrar almak suretiyle elli bine ulaşmıştı. XVII. asrın ortalarında, vezir olarak Osmanlı Devleti’ne hizmet etmiş bir aile olan Köprülüler iktidara geçince, devletin inhitatini uzunca bir süre yavaşlatmaya ve hatta durdurmaya başladıkları gibi bazı islahat hareketlerinde de bulunmaya teşebbüs etmişlerdi. İşte bu dönemde, süvari bölüklerinde yapilan tenkisatla sayılan on beş bin civarına indirilebilmişti. Bunların, yaptıkları bazı isyanları da bastırılınca takibata uğradılar. Bunun üzerine önemleri kalmayan bir sınıf haline geldiler. Zaman zaman zorbalıklar yapan ve isyan eden bu askerî birliklerin, Dördüncü Murad ile Köprülü Mehmed Paşa’dan yedikleri iki büyük darbe, bunları önemsiz bir hale getirmişti. Hezarfen Hüseyin Efendi, bunların, bu dönemdeki sayılarını şu rakamlarla bize aktarmaktadır. Ona göre Sipah bölüğü 7203, Silahtar bölüğü 6254, Ülûfeciyan-ı yemin 488, Ulûfeciyan-ı yesâr 488, Gureba-ı yemin 410, Gruba-ı yesâr 312 olmak üzere toplam 15155 kişiye kadar yükselmektedir.

XVIII. asırdan itibaren sayı ve güçleri giderek zayıflayan Kapıkulu süvarisi de “Vak’a-i Hayriye” diye adlandırılan ve yeniçeriliğin ortadan kalkmasıyla sonuçlanan olayda lagv edildiler. Yeniçerilerin bu sıralardaki serkeşlik ve isyanlarına katılmayan bu ocak mensuplarından, isteyenlerin yeni kurulan modem süvaride vazife almalarına müsaade edilmişti.

(Visited 5 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 19.05.2008 tarihinde Esesli tarafından, Büyük Osmanlı İmparatorluğu bölümünde paylaşılmıştır ve 2528 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 8 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Osmanlı\'da Askeri Yapı | Akıncılar - Acemi Ocağı -Cebeli - Cebeci ocağı - Beylerbeyi - Baruthane-i Amire - Asesbaşı - Asakiri Mansurei Muhammediye - Nizam-ı Cedid - Sekban-ı Cedid orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleWe are asking you to please consider our feelings and words Sonraki MakaleRefik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı - Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü | Halk Sağlığının Korunması Ve Temel Laboratuvar Hi..

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz