Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Kaosun Muhteşem Düzeni ”VAROLUŞ” | Süleyman Diyaroğlu


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 13.05.2008 tarihinde Esesli tarafından, Dinimiz İslam | İslam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 669 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


GİRİŞ


“Öğretmek öğrenmektir”
derler. Ne kadar doğru. Dostlarla yaptığımız söyleşiler sırasında cevabını daha önce bulamadığım birçok şeyin açıklamasının öylece dilimden kelimelerle ortaya döküldüğünü görmek insanı gerçekten şaşırtıyor.


Muhammed peygamber gibi bir ışık varlığın nasıl olup da Mirac’da Tanrı ile yüz yüze gelmediğini bir türlü anlayamamıştım. Birçok evliyanın, peygamberin (Musa gibi) bire bir görüşüp bize aktardıkları bu deneyimi nasıl olur da Muhammed Peygamber gibi bir varlık gerçekleştiremezdi!!!

Allah dediğimiz o güce ulaşmanın bir bilinç yapılaşması ve tekamül sonucu olduğunu bildiğimize göre, Muhammed peygamberin evliyalardan daha düşük bir bilinç olduğunu söylemek mümkün müdür?!?

Tabi ki değildir !! Değildir ama, tüm bu evliyalara, Musa peygambere ve Muhammed peygambere bakıp, onların yaşadıklarının ve anlattıklarının nasıl yorumlandığı ise olağanüstü önemlidir.


Sevgili Mevlana’nın güzel sözünü bir kez daha hatırlayalım; “Sen ne söylersen söyle, karşındakinin anladığı kendi bildiği kadardır”.

“Ben Tanrı’yım” diyerek ulu orta dolaşan ve konuşan Beyaz-ı Bestemi, sözlerinden dolayı saldırıya uğrar ve toplum tarafından itilip kakılınca bunu duyan sevgili üstad Mevlana der ki: “Demek ki ben bildiklerimi anlatsam Beyaz-ı Bestemi de bana saldırır”.

Benim için çok ilginç ve doğru olan bu yorum sevgili Mehmet dostumuz için hiç de öyle değildir. Ona göre Beyaz-ı Bestemi, Mevlana’dan çok daha üstün bir bilinçtir. Eh, ne diyebiliriz ki?

“Hiç bir doğru yanlış değildir”

diyen bizdik. Ve bize düşen bu sevgili canın kendi doğrusuna saygı göstermekten başka bir şey de olamaz. Çünkü belli ki onun bulunduğu boyutdan bakıldığında görünen, ifade ettiği gibidir.

Ve işte anlatmaya çalıştığım da bu!! Yani olaylara hangi boyuttan baktığınız. Hakikat’in 10.000 metrede olduğu bir yapılaşmanın eğer 6000 metresinden aşağıya bakıyorsanız, gözden kaçan ve sizin göremediğiniz daha 4000 metre var demektir yukarıda. Ve eğer kendi bulunduğunuz noktayı tek ve mutlak doğru nokta olarak da kabul ediyorsanız, ki düşük bilinçlerin genel yapısıdır bu, o zaman daha gideceğiniz uzun bir yol olduğu ortaya çıkar.

Dolayısıyla, Tanrı ile konuşan Musa’ya, “Ben Tanrı’yım” diyen Beyaz-ı Bestemi’ye, Mirac’daki Muhammed peygamberin yaşadıklarına hangi boyutdan baktığınız şekillendirecektir tüm bu ışık varlıkların anlattıklarını.


Hararet nardadır sacda değil.

Keramet baştadır, taçda değil

Ne arar isen kendinde ara

Kudüs’te, Mekke’de Hac’da değil

diyen sevgili pir Hacı Bektaş’ın sözlerini;

Zahir suya banmadan

El ayak depremeden

Baş secdeye inmeden

Kılınır namazımız

diyen sevgili Yunus’un sözlerini ve;

Gel, kim olursan ol gel

diyen sevgili Mevlana’nın sözlerini şeriat terbiyesine muhtaç ve onunla eğitilmekte olan bir Müslümana anlatmak ne kadar mümkündür!?

İstisnasız olarak muhatap olacağınız her insandan haklarında övgüler alacağınız bu ışık varlıkların konu söylediklerine geldiğinde, hemen tüm bilinçlerde bir tıkanma yaşanacak ve kabul etmeleri zor olacaktır.

Zor olacaktır çünkü ellerinde “kesin ve mutlak doğrular” olarak kabul ettikleri Kur’an ayetleri vardır ve bu sözlerin çoğu, kutsal kitapların ayetleri ile çelişmektedir.

Ne demek “baş secdeye inmeden kılınır namazımız?”

Nasıl olur da “kim olursan ol gel” diyebilirsin ?! Bırakın Musevi’yi, Hristiyan’ı, oruç tutup namaz kılmayan bir Müslümana bile tahammül edemeyen insanlar bu felsefeyi kabul edebilirler mi hiç?!

Oruç tutun, namaz kılın, kurban kesin, hac’ca gidin, zekat verin ve hatta cihad edin diyen Kur’an ayetleri mi, (yani Allah Kelamı) geçerli olacak yoksa evliya dediğimiz kişilerin “insan kelamı mı?!

İşte konunun can alıcı noktası !!! Allah kelamına karşı insan kelamı !!? Her ne kadar onlar birer evliya iseler de!!?

Ama göz ardı edilen ve unutulan çok önemli bir nokta vardır ki o da şudur: “Tüm din kitapları gerçekte birer eğitim öğretim programlarıdır. Evliyaların sözleri ise ait oldukları boyutun yalın hakikatlerini yansıtır !!!”

Beyaz-ı Bestemi “ben Tanrıyım” derken kendi boyutunun en yalın açıklamasını yapıyordu. Mevlana bu konuda ki düşüncesini ortaya koyarken o da kendi bilinç boyutunu en yalın şekilde bize yansıtıyordu. Ne Beyaz-ı Bestemi’nin ne de Mevlana’nın sözlerinde eğitim amaçlı bir kaygı yoktu. Picasso, Mozart veya Leonardo da Vinci gibi üstatlar da bulundukları boyutun frekansını kendi eserlerine taşımış ve onu öylece, hiç bir kaygı taşımadan, anlaşılır veya anlaşılmaz, kabul edilir veya edilmez olduğuna bakmadan sergilemişlerdir. Çünkü onların görevi budur. Onlar azınlığa konuşurlar.

Oysa “Dinler birer eğitim programlarıdır ve toplumun tüm bireylerini hedef almışlardır”!!!

İlkokul talebesinden profesöre kadar tüm bilinç katmanları için bilgi taşıdıklarından, tüm din kitapları “amaç kaygılı” kitaplardır ve bu kaygıdan dolayı da bilgi, eğitime muhtaç ve Hak-i Kat bilincinden uzak olan bu canlara hiçbir zaman öylece verilemez. Bu işlem öyle dikkatli gerçekleştirilmelidir ki, hem bütün sınıf talebeleri gerek duydukları bilgileri alabilmeli, hem de diğer sınıfların bilgilerini görüp bu bilgilerin frekanslarına maruz kalmamalılardır!!!

İyi ama, ilk, orta ve lise bilgileriyle, üniversite bilgilerinin hepsinin aynı kitapta toplanması ve hepsinin sadece ilgili bilinç grubuna ulaştırılması nasıl mümkündür ?!? (Bilgi Kitabı da dahil olmak üzere bütün Kozmik Kitapların en önemli özelliklerinden biridir bu!!) Öyle ya taşıma kapasitesi 100 ton olan bir uçağa eğer 10 000 ton yüklerseniz daha kalkış sırasında parçalanması kaçınılmazdır. Eğitim kaygılı bu kitapların amacı da uçağı uçurtmak olduğuna göre herkese taşıyabileceği kadar yük vermeye azami dikkat ederler.

İşte tüm bu kaotik yapı ve farklı bilgi kaynakları, üzerinde tüm boyut varlıklarının bedenlendiği sevgili Dünyamızı adeta bir eğitim ve öğretim alanı kılmakta ama aynı zamanda da, mezuniyet törenlerini kutlayan ve bu mezunlar sayesinde tüm bilinmeyeni sorgulayabilen bilinçler yaratmaktadır.

Unutmayın ki bir evren olan sizi meydana getiren organlarınızı oluşturan hücrelerden hiç biri diğer bir organ bilincine uyumlu değildir ve orada var olamaz.

Hücresel bazda bir kaosu ifade eden bu yapı diğer taraftan bir evren olan sizi var eden inanılmaz bir düzenin de yaratıcısıdır. Aynen varlık alanına çıkmış yaradılışın yapısı gibi!!!

Ne inanılmaz değil mi?!?

Binlerce yıldır, adem bilincinin sorduğu sorular hep aynı; “neden varız, nereden geldik ve nereye gidiyoruz?”

Adına din dediğimiz o evrensel öğretilerin verdiği bilgilere göre 120 sene ile sınırlı olan (Tevrat- Tekvin 6-3: “Ve Rab Allah dedi; Ruhum adem ile ebediyyen çekişmeyecektir, çünkü o da ettir; bunun için onun günleri yüz yirmi yıl olacaktır”) bir yaşam sürecinin, sonsuzluk ile ifade edilen bu varoluş içindeki değeri ne olabilir?!

Afrika’nın Zulu kabilesi içinde beden bulan bir can, uygarlığın tüm nimetlerinden uzak yaşayıp ortalama 40 sene içinde bu yaşamdan göçüyorsa, bunun kime ne faydası olabilir? Tanrı dediğimiz oMutlak Güç neden böyle bir şeye gereksinim duysun ki? Zulu kabilesinin 40 yaşında ölen insanlarına Tanrı’nın ne ihtiyacı var?

Tanrı’nın 6 yaşında tecavüz edildikten sonra başı ezilerek öldürülen zavallı kızın bu ıstırabına, yaşadığı o korkunç zulüme ve acıya, ana babasının çektiği kedere ne ihtiyacı var?!

Ne ihtiyacı var Tanrı’nın savaşta ayakları kopan, yüzleri parçalanan ve ölen yüzbinlerce, milyonlarca insanın çığlıklarına?

“Tanrı gerçekten bu kadar mı zalim, bu kadar mı acımasız ve bu kadar mı umursamaz ki tüm bu yaşananlara bir son vermiyor ve kötülüğün hükümranlığı hala devam ediyor?!

Tanrı bu kadar çaresiz mi ki bu korkunç kaos hala devam ediyor ve “O” bunu durduracak hiçbir şey yap(a)mıyor?!!?

Benim sevgili İtzhak Bentov’um (Yaradılışın Mekaniği Üzerine-Kozmik Kitap’ın yazarı- Dharma Yayınları)

“Sevgi Kozmik Yasadır”.

derken bir Tanrısal gerçekliğin de altını çiziyordu; varlık alanına çıkmış tüm yaradılış, herşey sevgi denen o ilahi kudret ile yaratılmıştır ve herşey ama herşey sevgi üzerine inşa edilmiştir.

Sevgi, tüm alemlerin sonsuz varlığının en temel yapı taşıdır. Sevgi, bu sonsuz varoluşu besleyen ana enerji kaynağıdır.

“Sevgi herşeydir”

Ve tüm bu hakikate rağmen Dünya hala kaosa mahkum durumdadır. Neden?

Bir 3. boyut varlığı olan bu sevgili gezegen, nam-ı diğer Lady Gia, tüm varoluştaki yegane “inci tanesidir”!! Dünya, madde alemine mahkum olan (acaba?!) evrensel bilincin, özgür seçim hakkına sahip olduğu yegane yaşam alanıdır!!!

Bundan önceki çalışmalarımızda bir evrensel yasayı size sürekli hatırlatmıştım ve demiştim ki, eğer bu yasayı gerçekten anlarsak varoluşun hemen tüm sırlarını görünene bakarak çözebiliriz. Çözebiliriz çünkü;

“Görünen, görünmeyenin tezahürüdür”.

Adem formundaki insan, bu boyuttaki fiziksel varoluşunu devam ettirebilmek için dişi (-) ve erkek (+) enerjilerin birleşmesine muhtaçtır. (Aynen, hiçlik aleminden sudur edip heplik alemini oluşturan ışıkta olduğu gibi. Unutmayın ki ışık da (+) ve (-) kutupların etkileşimi ile meydana gelir).

Ana rahmine düşen tohum, cenin olarak varlığını sürdürebilmek için sevgiye, ilgiye ve beslenmeye muhtaçtır. Muhtaç olduğu bu değerleri, göbek bağı ile bağlı olduğu anasından çeker. Ve tüm yaradanlar dişidir; yani dişi enerjidir; aynen hemen bütün Türk Tasavvuf erenlerin dizelerinde mistik bir şekilde andığı ve kimsenin tam olarak bununla ne demeye çalıştıklarını anlamadığı Elif’in de dişi bir enerji olması gibi. (Bkz. Kozmik Bir Senfoni-Alevilik)

Ceninin anaya göbek bağı ile bağlı olmasının nedeni de gene aynıdır; Çünki,

“Yukarıda nasılsa, aşağıda öyledir.”

Cenin, bir Kozmik yapının mikro ifadesi olarak aslında bize bilgiler sergiler. Doğacak varlık, ki bu durumda bu bir insan formudur, ihtiyaçlarını ana enerjisinden, göbek bağının bulunduğu yerdeki SİNİR AĞI ÇAKRASI’ndan yani 3 ncü çakradan alır; aynen astral bedenin astral aleme gümüş bir kordon ile aynı noktadan yani göbek bağı noktasından bağlı olması gibi!!

Buradaki en önemli noktalardan biri, ceninin, bir evren olan (“her insan bir evrendir”) ana’nın hissettiği tüm korkuları, sevinci, özlemi ve acıyı onunla beraber hissediyor olabilmesidir!!

Bilim adamları, hamile annelerin deneyimledikleri tüm duyguları bire bir bebeklerine aktardıklarını ve bebeklerin tüm bu olaylardan etkilenmiş olarak doğduklarını söylerler!

Aynen, bizim gümüş kordon ile bağlı olduğumuz astral alemin olaylarının bizi etkilemesi ve bunun sonucunda oluşan fizik bedende ki duygusal değişimler gibi. (Ve hatta bedensel değişimler!!).

Ege Meta Yayınları tarafından basılan “Okultizm- Tarih Boyunca Gizli Bilimler” adlı kitabın 68. sayfasında yazar astral alem ile içinde bulunduğumuz madde aleminin ilişkisini çok güzel bir örnek ile şöyle açıklar:

“Astral planda oluşan formların, ruh varlığının şuurlu etkileri ile astral plan maddesi üzerinde meydana getirdiği kalıplardan yaratıldığını görmüştük. Bu noktada zihnimize şu soru takılmaktadır: Astral planda, bu kalıbı oluşturan etken nedir? Bu nasıl bir maddedir?”

Daha önce verdiğimiz bir örnekte,astralde oluşturulan kalıbı bir fotograf negatifine; fizik planda gerçekleşmesi mukedder olan olan prensibin, kendisinden pek çok örneğini üretebileceği bir negatifine benzetmiştik. Bir fotografın çekilmesini analiz edecek olursak şu aşamaları görürüz:

1. Fotoğrafı çekilen manzaranın bir negatifinin elde edilmesi.

2. Elde ettiğimiz negatifin pozitif resim haline dönüştürülmesi.

Benzetmelerimizin nelerden kaynaklandığına tekrar bir göz atalım. Fotografı çekilecek manzaradan kasıt, İlahi Alemden sudur eden Prensip’tir; negatif klişe, burada bu Prensibin astraldeki yansımasıdır ve elde edilen fotoğrafta, bu Prensibin fizik planda gerçekleştirilmesini sembolize etmektedir.

Fotoğrafını çekeceğimiz manzaranın karşımızda ve filmimizin de hazır olduğunu farz edelim. Makinemizin deklanşörüne bastığımız anda karşımızdaki objenin negatif bir kalıbı filme yansıyacaktır. Ama ancak bir şartla. Bu işlemin gerçekleşebilmesi için resmi çekilecek obje ile fotograf filmi arasında aracılık yapacak seyyal bir unsur gerekmektedir ki, o da “ışık”tır.

Bu ışık sayesinde objektifin gördüğü kadar bir manzara, filmin hassas tabakası üzerine ulaşacaktır. Bu imaj o haliyle mevcuttur, ancak henüz belirmemiş bir durumdadır. Meydana çıkması için gereken işlemde artık ışığın yeri yoktur. Karanlık oda dediğimiz mekanda, filmimizi bir takım kimyasal akışkanların etkisine sokmak suretiyle, fotografını çektiğimiz manzaranın negatifinin belirlenmesini sağlarız. Bir kere meydana çıktıktan sonra, artık ışığın ona bir zararı dokunamaz. Astral kalıbımız tamamen oluşmuş durumdadır.

Şimdi tekrardan ilk baştaki seyyaleye ışığa başvurmak zorundayız. Astralde gayet zararlı olan ışık, bu aşamada, negatifimizdeki manzaranın fizik plana, yani fotograf kartı üzerine, ilk haline uygun şekilde, yani pozitif olarak yansıtılmasını sağlayan etken rolü oynayacaktır. Ve bu imaj da bazı kimyasal akışkanların etkisiyle belirgin hale dönüşecektir.

Özetleyecek olursak iki tür işlem vardır: Işıkta yapılan işlemler ve ışık olmadan yapılan işlemler.” (Unutmayın ki, Heplik alanına çıkmış olan herşey ama herşey, zıt güçler dengesi anlayışı ile var olur. Tüm madde aleminin yegane kaynağı olan ışık bile (-) ve (+) ile ifade edilen zıt güçlerin etkileşimi ile meydana gelir. Bu hakikat öyle boyutlara ulaşır ki, Kozmosun yöneticisi durumunda olan Elif bile, karanlık ve aydınlık olmak üzere 2 zıt ifadenin ortak ürünüdür. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, gezegenler ve güneş de aynı yasa doğrultusunda, kendi astral bedenlerine sahiptirler.. S.D).

Işıkla yapılan işlemlerde etken, bu seyyaledir; ancak elde edilen imajlar ya görünmez ya da geçici olurlar. Fakat laboratuarda, bu ışığın haricinde bir takım akışkan maddeler devreye girip etkide bulunduklarında, görünmez halde mevcut bulunan imaj, önce negatif olarak belirginleşir ve daha sonraki işlemde de fotoğraf kartının üzerinde sabitleşmesi ve belirmesi sağlanarak kalıcı bir duruma geçer.

Eğer okultizmin yaptığı bu benzetmelerde biraz doğruluk payı varsa varlıklar ve fizik objeler İlahi Alemin seyyalelerinden (ışıkta yapılan işlemler) ve astral alemin seyyalelerinden (laboratuvarda ki ışıksız işlemler) geçmek suretiyle yaratılmaktadırlar. Ayrıca, İlahi Alemin seyyalelerinin yaratıcı, astral aleminkilerin ise sabitleyici ve muhafaza edici tabiatta olduğu yine bu örnekten çıkarılabilir.

Çalışmasından alıntılar yaptığım sayın M. Reşat Güner, yukarıdaki bilgileri bize ulaştırırken, son paragrafın başında, “eğer okultizmin yaptığı bu benzetmelerde biraz doğruluk payı varsa” diyerek, bana göre okultizme haksızlık etmektedir!!

Haksızlık etmektedir çünkü derlediği kitaptan buraya aktardığım bu bilgiler “Yukarıda nasılsa, aşağıda öyledir” evrensel bilgisini öylesine güzel anlatıyor ki, bence bu gereğinden fazla tedbirli ifade aktarılan bilgilerle ilgili sebepsiz bir soru işareti yaratıyor.

Verilen örneğin ifade ettiği bilinç frekansına, aynı evrensel yasanın doğrultusunda, şunu da eklememiz mümkün: Her ne kadar sistem, madde alemine yansıyan tezahür olarak kabul edilse de, buna ek olarak şunu da söyleyebiliriz ki, istisnasız olarak “her şey ama herşey, kozmik bilincin Dünya ortamında ifade şansı bulduğu prensipler üzerine kurulmuştur”.

Ki bu prensiplerin en temel değerlerinden biri Denge dir!!.

Hemen her fırsatta hatırlattığım “Zıt Güçler Dengesi” kavramı bu prensibin bütün din/kozmik kitaplardaki en açık şeklidir.

Tasavvuftaki “Her şey zıddı ile tekamül eder” anlayışı da gene bu evrensel denge yasasının bir ifadesidir; soğuk sıcak ile, uzun kısa ile, iyi kötü ile ve cennet cehennem ile dengelenmiştir.

Gündüz gece ile, görünen de görünmeyen ile dengelenmiş ve Elif, Kozmos’un yaratıcı gücü, kendi doğasında var olan iki farklı yapıyı, ışığı ve karanlığı, bu anlayış ile ifade etmiştir; ışık ile iyiliği ve sevgiyi, karanlık ile de kötülüğü ve nefreti. Yani Elif’in kendisi bile mahkumdur bu ikiliğe!!! (Dengeye)

Bir tarafı aydınlık, diğer tarafı karanlık olan bu yapının aydınlık yüzünden İbrani alfabesini oluşturan 22 harf düzenli bir yapı içinde sonsuzluğa uzanırken, aynı harfler karanlık yüzünden kaotik bir şekilde sonsuzluğa dağılmaktadır. (Elif’ten yayılan harflerin İbrani alfabesinin harfleri olması, sadece ve sadece Bentov’un kendi bilincinin eseridir; başka hiçbir şey değil!! Eğer aynı bilinç noktasına yani Elif’e, bir Türk ulaşsa idi, onun deneyimleyeceği de Türk alfabesi olacaktı. Bundan hiç şüpheniz olmasın!!)

İşte Elif’ten sonsuzluğa yayılan bu iki farklı yapı bize aynı zamanda şunu da gösterir;

Kozmik Bilinç’de kaos sadece heplik aleminde ifade bulan bir yapıdır. Kosmosların yöneticisi durumunda olan Elif ve onun bölünmesi ile 3 kavramsal odak noktası ya da bir üçlü oluşturacak şekilde 3 çakra meydana getiren bu yapı, Kozmik Bir Senfoni- , Elif tepede olmak üzere solda sevgi çakrası, sağda irade çakrası ve en altta da yaratıcılık çakrası oluşturacak şekilde gibidir;

İlginç olan ise, bu enerji çakralarını ifade eden isimlerin okundukları yöne göre değişen zıt anlamlar taşımalarıdır. Eğer irade merkezini ifade eden kelimeyi sağdan sola doğru yani sevgi merkezine doğru okursanız, bu durumda (yani irade merkezi +sevgi merkezi birlikte okunursa) soyunu tüketmek, yok etmek anlamı ortaya çıkar.

Eğer diğer şekilde, yani sevgi merkezinden irade merkezine doğru okunurlarsa (yani sevgi temel alınırsa!) bu durumda devam etmek, (var oluşu) sürdürmek anlamı ortaya çıkar ki bu da bize şunu gösterir; kozmik yasaya göre sevgiden iradeye doğru ilerlemek doğru ve güvenlidir. Eğer iradeden sevgiye doğru ilerliyorsanız o zaman yok edici bir durumdasınız demektir. Çünkü herşeyden önce sevmeyi öğrenmeniz gerekir. Bütün sistem sevginin üzerine kuruludur. Çünkü “Sevgi Kozmik yasadır”. (Arapça’nın sağdan sola doğru, bizim ve daha birçok ülkenin kullandığı yazım dilinin soldan sağa doğru ve belki de en ilginci Japon’ların ve hemen tüm Uzak Doğu’nun kullandığı yazımın ise yukarıdan aşağıya doğru oluşu bu toplumların inanç bazındaki ifade yansımaları olabilir mi acaba?!?

Arap alfabesini kullanmaya devam eden toplumların, ki hepsi müslümandır, hemen tamamının hala orta çağ düşünce yapısına mahkum yaşıyor olması, insan hakları ve bireysel ve toplumsal özgürlüğün en ufak bir kırıntısına dahi sahip olmamaları acaba bir tesadüf olabilir mi? (Bu kısır döngüden kurtulabilen tek müslüman ülkenin, Türkiye’nin önünü açan en büyük devrimlerden birinin sağdan sola doğru yazılan (!) Arap alfabesini bırakıp, soldan sağa doğru yazılan modern alfabe olması mümkün müdür?)

Öte yandan, soldan sağa doğru yazlan modern alfabeyi kullanan hemen tüm Kuzey yarım küredeki ülkelerin de (Kuzey yarımkürede olduklarını özellikle belirtmemin nedeni, uygarlığın kontrolünün belli dönemlerde belli yarımküredeki devletlerin elinde olmasındandır.) ama teknolojide, ama düşüncede, ama inanç özgürlüğünde ve de bireysel özgürlüklerde olağan üstü atılımlarda bulunmuş olmaları çok ilginçtir!

Peki ya uzak doğu? Yani yazının yukarıdan aşağıya doğru yazıldığı o gizemler diyarı? Tüm batıni/gizli öğretilerin kaynağı olan, mistik öğretilerin ve insanın kendinde ortaya çıkardığı ve kendisini kullanarak yarattığı mucizelerin en büyüklerinin gerçekleştirildiği o yer ?!? Bilgi Kitabı uzak doğu için şöyle der: “Uzak şark kozmik enerjiyi direk çeker.” Yani? Yani, yukarıdan aşağıya dikey olarak alınan bir enerji alışıdır bu? Aynen yazılarına yansıdığı gibi!!!!?

Uzak şark, meditasyon tekniğini kullanarak içe dönük bir ibadet anlayışını uygular. Ve böylece de aradığı şeyin gerçekte içinde, kendi varoluşunun en derin düzeyinde yattığını bilir ve ona ulaşmaya çalışarak o Tanrısal gücü ortaya çıkarmaya çalışır. Budha’nın, İsa’nın ve daha birçok Tanrısal niteliklerini geri kazanmış varlıkların hemen hepsinin Uzak Şark’ta eğitildiğini hatırlarsanız ne dediğimi daha iyi anlarsınız!! Yani onlar Tanrı ile aralarına aracı koymayan bir inanç sisteminin uygulayıcılarıdır!!! Ve bunun için de enerjiyi dikey olarak alırlar!!

Oysa bizim semavi dinler dediğimiz dinlerdeki enerji alış-verişi yataydandır. Arada bir peygamber, bir kitap vardır. Enerji (bilgi) onlar aracılığı ile ve de onlardan sonra gelen diğer aracıların yardımı ile yayılır. (12 havariler ve daha sonra ortaya çıkan dini önderler gibi.) Bu inanç sistemlerinde Tanrı var olandan kopuk bir varlık olarak kabul edildiğinden ve O’nun kulu olarak kabul edilen ademin aracısız O’na ulaşmasının kabul edilemez olmasından dolayı peygamberler ve kutsal kitaplar gibi aracılar kaçınılmaz olarak görev almak zorunda kalmışlardır!!!)

“İrade merkezinden sevgi merkezine” doğru okunması durumunda “soyunu tüketen yok eden” anlamına gelen bu kelimeler neden böyle bir değişkenlik arz ederler?

Yukarıdaki satırlarda demiştik ki, kaos kendini sadece heplik boyutunda ifade eder. Doğrudur. Çünkü “hiçlik boyutu, tüm varoluşun potansiyel olarak bulunduğu boyuttur!!” Tüm varoluşun kaynağı olan ışığın, hiçlik boyutundan “sudur” etmeden önceki hali de, diğer her şeyin bu boyuttaki yapısı gibi sadece “hiçliktir”!! (Varoluşun en gizemli yapısı!?!!)

En önemli nokta ise, hiçlik boyutu olarak tanımladığımız bu boyutun mutlak bir “nötr” alan oluşudur!?! Herşeyin ama herşeyin potansiyel yapıda var olduğu bu alan yaratılan ve yaratılacak olan yapı ne olursa olsun onun “İlahi /Kozmik Sevgi” ile yaratılması gibi “bilinmez” potansiyel halindedir!!!; yani yaratılış ifadesinin Hiçlik boyutundan Heplik boyutuna doğru sudur edişi “bilinmez ve açıklanamaz” bir Tanrısal zorunluluk ile “mutlak sevgi” ile gerçekleşmiş ve onun üzerinde inşa edilmiştir!!

Daha önceki çalışmalarımızda ısrarla vurguladığımız bir noktayı bir kez daha hatırlayalım; ilahi yapılar, Kozmik bilinç, kendini tüm varoluşta, hangi bilinç boyutunda olursa olsun, ilk kaynaktaki şekil ve yapıdaki gibi ifade eder. Dünyanın çatısı bir “gök kubbe” ise, ibadet yerleri de çatılarını bu kubbeye uygun olarak inşa ederler. (Hatırlayın; “Altın çeker, kubbe iter” der Bilgi Kitabı.) Tanrı kendini mutlak bilinçte “Hiçlik ve Heplik” ile ifade ediyorsa ilk varoluşta, bu noktadan itibaren yapısal olarak varolacak her şey de aynı formatı mutlak olarak (sadece) taşır. Ve bunun hiçbir istisnası da yoktur. Yoktur çünkü Tanrı bir istisna ifadesi değildir!!!

İşte Elif’in bölünerek ifade bulduğu 3 kavramsal odak noktanın kendi içinde anlam bulması sevgiden iradeye gidilerek devam etmesi ve varoluşu sürdürme yapısının ortaya çıkmasının nedeni, benzer yapının var olduğu en üst ilahi boyutun da aynı formatda olmasındandır. Yani İlahi / Kozmik sevginin, Hiçlik boyutunun tek ve mutlak ifadesi olması. Bırakın Elif’i, Tanrı bile kendini ifade ederken o “İlk an” da sonsuz ve sınırsız sevgi alanı ile Hiçlik’te, kaotik yapı ile de Heplik’de ifade bulmuştur!! İşte buradaki en önemli nokta, tüm varoluşun Hiçlik boyutundan sudur ettiğidir; ki bu da bize neden herşeyin ama istisnasız olarak herşeyin sevgi denilen o Kozmik güç üstüne kurulduğunu açıklar.

Batın (gizli) olan Hiçlik alemi (boyutu), zahir (görünen) olan Heplik alemini (boyutunu) yaratırken, kendini onun içine en derine gizler. Her ne kadar ayrıntılarda aşikar değil gibi görünse de bütünün (BİR’in) bilincinden çok uzakmış gibi davransan ve 1000 farklı parçaya bölünmüş ve 1’leri yaratmış olan o ortak zeka, 1000’i tekrar oluşturmaya doğru yaklaştıkça onun bilincini daha doğru olarak ifade etmeye başlayacaktır. (Aynen bir yap-boz’un darmadağın edilip tekrar bir araya getirilmesiyle resmin ifade bütünlüğünün oluşması gibi).

İşte, “Kaosun Muhteşem Düzeni” dediğimiz yapı bu Kaotik Varoluş’un BİR’de ortaya çıkan Bilinç bütünlüğüdür. Birçok yerde bahsettiğim Bogdanov kardeşlerin “Işık-Foton” deneyinden bir kez daha bahsetmek ve onu sizlere bir kez daha hatırlatmak istiyorum.

İkisi de profesör olan Bulgar kökenli Bogdanov kardeşler, ışığın ve onu meydana getiren fotonların hareket anlayışlarını incelemek üzere laboratuvar ortamında bir deney gerçekleştirirler. Işığın bildiğimiz en temel hareket anlayışı olan düz bir hareket çizgisi meydana getirmesi genel bilinen bir kuramdır. Dolayısıyla, ışığı meydana getiren foton taneciklerinin de aynı yapısal özeliği göstermesi en olağan sonuç olacaktır. Olacaktır ama hiç de öyle olmaz. Laboratuvar ortamında tek tek serbest bırakılan fotonlar çılgınlar gibi sağa-sola, aşağı-yukarı çarpmaya ve inanılmaz kaotik bir hareket anlayışı sergilemeye başlarlar. Bogdonov kardeşler şaşkındırlar. Bir tane ile başladıkları foton taneciklerini serbest bırakma uygulamasına devam ederler ve çok ilginç bir gelişmeyi hayretle gözlemlerler; foton taneciklerinin sayısı arttıkça, yani dağınık halde bulunan yap-boz’un parçaları teker teker bir araya geldikçe, foton tanecikleri IŞIK BİLİNCİNE ve dolayısıyla, IŞIĞIN HAREKET ANLAYIŞINA daha uyumlu bir yapı sergilemeye başlarlar. Foton taneciklerinin sayısı belirgin bir noktaya ulaştığında da artık ışığın temel hareket yapısına kavuşur ve bütünün bilincine (yap-boz’daki resmin bütünsel ifadesine) ait olma özelliğine ulaşırlar. (Bilgi Kitabı 18 bütünlüklerinde hizmet veren canların, “birleşen bütündedir” sözü bu temel mantığın bir yansımasından başka bir şey değildir).

İşte varoluşun (yani ışığın değişik yoğunluklarından oluşan bu yapının) kaotik olduğunu söylememin temel nedeni, ışığı meydana getiren foton taneciklerinin bireysel bilincindendir. Işıktan, yani bütünden, yani yap-boz’dan ayrılan her parça tek başına kaldığında, bütünün ifadesini sergileyebilmek açısından tam bir kaybolmuşluk halindedir; tek bir parça yap-boz’un anlam bütünlüğü ile ilgili yeterli bilgiyi kesinlikle verememektedir.

Bu koşul ancak bir tek halde değişiklik gösterir; o da bütünün parçası olan yapının, madde ve bilincinin en derin düzeyine ulaşarak kendini oraya gizleyen Kozmik bilgileri bilinç üstüne çıkarması ile!!!

İşte bu noktada yani Kozmik bilgilerin bilinç üstüne çıkma noktasında, kitabın başında da açıklamaya çalıştığım farklı bilinç yansımaları, farklı şekillerde ifade bulur. Sır-at köprüsünü (sahip olduğunuz ve beden ile başı birleştiren boyun sizin o meşhur sır-at köprünüzdür!!! Bilinç’in bedeni aşarak bu köprüden geçip Arş-ı Ala’ya (7 kat evrene) ulaşması ona önünde sonsuz ufuklar bulunan bir gelecek kazandırır) geçen her bilinç Kozmik bilgilere ulaşmaya hak kazanmıştır artık!

Hak kazanmıştır ama, kendi içinde ifade bulduğu gibi, 7 kat’dan oluşan bir bilinç yapısı vardır karşımızda; 7 farklı bilinç ifadesi; Hak-i Kat boyutuna ulaşan son 7 kat!!. İşte 7 kat evrene açılan bilinçlerin bulundukları bu farklı katlardır bir anlamda her biri aziz veya evliya olmuş varlıkların farklı konuşmalarına sebep!!

Kimi Elif’i Tanrı bilmiş ve mısralarında onu anmış, kimi nirvanayı ulaşılabilecek en son boyut kabul edip onu öyleyece beyan etmiş, kimi “En-el Hak” diyerek kendinin Tanrı olduğu bilincine ulaştığını söylemiş, kimi de tüm bunları aşarak “sondan bir sonraki kapıya” dayanıp, “cevabı olmayan soru” ile karşı karşıya gelmiştir!!!?

İşte tüm bunların olabilmesi, yani varlığın Hak-i Kat boyutuna “gerçek bir iman” ve “güçlü bir inanç” ile ulaşabilmesi ve “bilinç olarak orada kalabilmesinin” en temel koşulu, yaşaması gereken Tanrısal aşk’tır!. Çünkü o Tanrısal aşk’tır Haki-kat boyutunun sırları ile karşılaşan varlığı korkularından arındıran. Haki-kat’i korku ile sorgulayan hiçbir can bunun üstesinden gelemez ve çok ciddi ruhsal ve bilinçsel sorunlar yaşar!! Korkularınız gerçekte, sizin hazır olmayan bilinçlerinizin birer sigortası gibidir. Sizi bilmediğiniz ve hiçbir şekilde kabul edemeyeceğiniz enerjilere yönelmekten korur.

Halk dilinde söylenen “Aşk’ın gözü kördür” sözünün gerçekte ne ifade ettiğini sanıyordunuz? Tanrısal aşk’a düşen varlık için ise bu “körlük” tüm korkulardan arınma, o aşk için “gidilebilecek en son noktaya kadar” gitmek demektir!! (Ferhat’ın dağları delmesi, Mecnun’un çölleri aşması gibi!!)

Hakikat boyutuna (Sır—rı Hakikat) ulaşmanın, o bilinci kavrayabilmenin gerçekleşebilmesi için bir varlığın yaşayabileceği en büyük deneyim, tüm kapıları (son kapı hariç!!) aşabilecek Tanrısal aşka düşmektir. Bu aşkı yaşamayan, bu ateşle yanmayan hiçbir can Hak-i Kat boyutunun enerjilerine hazır olamaz.

Çılgın bir selin, çağlayan bir ırmağın veya coşkun akan bir nehrin kavuşma arzusu ile dolu olması gibi doludur varlık ayrı düştüğü Tanrısal öze!! Delice, pervasızca koşar o umuda doğru; ne Tanrı yasası görür gözü ne de peygamber sözü!! Bilir ki mutlu son, sonsuz huzur ancak, bu çılgın akan selin, çağlayan nehrin ve coşkun ırmağın denize kavuşmasıyla son bulacak. Ana kucağına hasret bebek gibi ancak onun kollarında huzur bulacak.

Bu delice ve çağlayarak öz’e doğru yol alan varlık, deryalara kavuşup sakinleşen nehirler gibi ancak o Tanrısal öz’e kavuşunca durulacak; Tanrısal sevginin enginliğinde!!

BEN’liğin bittiği yer olacak o kavuşma; sonsuz bir HİÇ lik içinde hiç olup aynı zamanda tüm Tanrısal bilince sahip olmak!?!

Şirin için Ferhat dağları deliyorsa, Leyla için Mecnun çölleri aşıyorsa, Tanrı aşkı dinler mi hiç 7 katı, cennet’i, cehennem’i ve sır-at’ı??! Dağlar Ferhat için, çöller Mecnun için ne kadar zorsa, ancak o kadar kolaydır tüm engeller aşk diye yanan gönlün önünde!!!

Neden aşk’ın gözü kördür denmiş hiç düşünmez misiniz? Hangi başka güç pervasızca ve sonsuz bir umursamazlıkla gidebilir bu bilinmeyenin üstüne? 7 kat’ı, cennet’i, cehennem’i ve sır-at’ı başka hangi güç ile aşabilir insanoğlu? Tüm çektiği özlemin, acının, ıstırabın ve keder dolu kavuşma arzusunun birer zevk alemine dönüşmesi başka nasıl mümkün olur? Bu nasıl AŞK KÖRLÜĞÜDÜR ki cennet bile ancak cehennem kadar değerli olur bu yolda?

Düşünce bu narın ateşine, Hak-i Kat yolunun en büyük engelleri olan korkularınız görülmez olur artık AŞK’TAN KÖR OLMUŞ GÖZLERİNİZ İLE!! Ve işte ne zaman ki cennet nimetleri Tanrısal aşk yolunda cehennem azabı engeller haline dönüşürler, o zaman varlık kendi fermanını elinde tutan, Sır-rı Haki-Kat’ın dili ile konuşan ve ruhunun pencereleri olan gözleri ile var olan her şeye ilahi bir sevgi ile bakan biri olur!!!

Bu boyut bilincini ifade ederken içinde bulunduğu ilahi sevgi hali, Dünya boyutunun gerçekliğine dönüldüğünde ister istemez Dünya elektromanyetik ortamından etkilenecektir. Binlerce farklı boyutdaki varlığın cirit attığı Dünya boyutu, bu boyutda var olabilme, varlığını görevi doğrultusunda sürdürme zorunluluğundan dolayı sizi kendisine bir şekilde uyumlu kılma noktasına kaçınılmaz olarak çekecektir. (Bir kez daha hatırlatayım ki bu sadece normal doğum yolu ile gelen varlıklar için geçerlidir ve istisnalar da her zaman vardır!!)

Çekecektir belki ama zaten keramet de buradadır. Daha önce de verdiğim aynı örneği kullanırsak eğer, 100 yılda bir kez yağmur yağan bir çölün ortasında durup ben asla ıslanmam iddiasında bulunmak mı keramet gösterisidir yoksa dev bir okyanusun içine atlayıp gerçekten ıslanmadığını göstermek mi!?!

İşte Dünya boyutunda Adem bilinci ile bedenlenen bir varlık evrim yasaları gereği, kozmik bilince doğru kaçınılmaz bir yolculuk yapacaktır. Yapacaktır da, kapalı adem bilinci ile çıkacağı bu yolculukta karşısına çıkabilecek zorlukların, fırtınaların, akıntıların ve durgun suların gerçekte ne ifade ettiğini hiçbir zaman bilemeyecektir.

Daha önceki kitaplarımızda üzerinde ısrarla durduğumuz bir konuyu bir kez daha burada ele alalım. Demiştik ki, insanların karşılaştıkları tüm acı ve keder dolu olaylar, onların kozmik bilince ulaşmaları için karşılarına çıkan şans kapılarıdır.

Eğer bu kozmik bilince yapılan yolculuğu bir deniz yolculuğuna benzetir ve kişiyi de o geminin kaptanı olarak kabul edersek, şöyle bir örnek ile bir üst paragrafta ne demeye çalıştığımızı daha iyi anlatırız sanıyorum.

Söz konusu varlığın, yani kaptanın, adem bilinci ile yapacağı yolculuk, var olabilecek en küçük ve en sığ gölde yüzdürülen bir kayıktaki kürek çeken kişinin yolculuğuna benzeyecektir. Zorluk derecesi ve sorumluluğu en alt düzeyde olan bir yolculuktur bu. Çünkü unutmayın ki, evrensel yasalar “herkes taşıyabileceği kadar yük ileonurlandırılır” der. (Evet. Yükler birer onur nişanıdır). Sandalın yolcu kapasitesi 4 kişilik, gideceği mesafe 50 metre ve gölün akıntı ve hırçınlaşma şansı hemen hemen sıfırdır.

Varlık, kendisine verilen bu şansı iyi kullanır ve sınavı başarıyla geçerse, her sınav sonrası daha büyük bir deniz aracında sorumluluk almak üzere ödüllendirilir; yani Dünya boyutuna her enkarne oluşunda, bir önceki yaşamına göre daha büyük sorumluluklar taşıyacak, daha büyük yüklerin altına girecektir.

Ve burada altı çizilmesi gereken en önemli nokta şudur; insanlar en sığ gölde 4 kişilik bir sandalı, bir kıyıdan diğer kıyıya geçiren sandalcıya mı ödül verirler, yoksa dev bir transatlantiği, içinde 10 000 kişilik yolcusu ile korkunç bir fırtınaya rağmen okyanusun ortasından yüzdürüp karaya ulaştıran kaptana mı?

İşte evrensel yasaların dünya boyutunda tezahür edişinin bir diğer şekli budur; yani, hem fotoğraf örneğinde olduğu gibi görünmeyenin bir yansıması, hem de evrensel zekanın ve bilincin Dünya boyutunda kendini olaylar ve yapılar ile ifade edişi!!

Bir çınar ne kadar göğe doğru yükselirse, bu göğe çıkışı dengeleyecek toprak altındaki kökünün de o kadar güçlü olması gerekir. Aynen denizde yüzen gemilerde olduğu gibi; yükseklik ne kadar fazla ise, deniz içinde onu dengeleyen salma’sı da o kadar derine inmek zorundadır!!!

Göğe yükselen çınar insanın kazandığı kozmik bilinci ifade eder. Toprağın altındaki kökler ise bu kozmik bilincin kendini Dünya boyutuna çapalamasıdır, demir atmasıdır.

Çınar yukarı doğru çıktıkça maruz kalacağı fırtınaların gücü çok daha korkunç olacaktır. Bilinç de Kozmik frekanslara doğru açıldıkça, öyle enerjilere dayanmak zorunda kalır ki, eğer yeterli topraklama yapılamıyorsa tüm sistemin, yani beynin, yanması işten bile değildir.

(Elektrikli ev aletlerinin yüksek düzeyde gelen düzensiz enerjiden zarar görmemesi için toprak hattı ile donanması gibi. İşte insan bilinci de, bir elektrikli ev aleti gibi, kozmik bilince açıldığı zaman, karşı karşıya kalacağı olağanüstü güçlü enerjilere karşı kendisini gene bu topraklama anlayışı ile korur; yani kendini toprağa, Dünya’ya bağlar.)

Bu bir dengeleme yöntemidir ve çok yüksek dağlara tırmanan dağcıların da uyguladığı bir tekniktir. Dağcı, her zorladığı yeni yükseklikten sonra, bir önceki kamp yerine geri döner ve ancak bundan sonra bir sonraki yükseklikte düzenli ve sürekli olarak kalabilir. Adeta 2 ileri bir 1 geri ritmidir bu!! Eğer bu yapılmazsa, bedenin yeni yükseklik koşullarına alışması için gerekli koşullar yaratılmamış olur ve dağcı ciddi bir şokla karşı karşıya kalabilir.

Dağcı örneği, kozmik enerjilere açılan bilinçler için gerçekte çok iyi bir örnektir; çünkü bu dengeyi sağlayamayan varlıkların çoğu bu arayış içinde ya çıldırmış, ya da varoluşun sonsuzluğunda kaybolup gitmişlerdir. Denge mutlaka sağlanmalıdır.

İşte Dünya yaşam boyutunun, varoluşun gerçeklerini ve sırrını aramadaki olağanüstü önemi buradan gelmektedir; yani topraklanmaktan. (Bunun ise tam olarak nasıl işlediğini ve Kryon’un “yuva korkusu” dediği şeyin ne olduğunu ise daha sonra ele alacağız!!)

Çınar yükseldikçe ve büyüdükçe, taşıdığı yaprak sayısı ve kollar artacak, bunlar için gerekli olan minerallerin ve suyun topraktan daha randımanlı alınabilmesi için de daha güçlü bir kök yapısına ihtiyaç duyacaktır.

Tekamül yolunda Kozmik bilince ulaşmak isteyen varlık da, aynen ulu bir çınar gibi, Dünya ile olan bağını, bilinç anlamında en güçlü hale getirmeli ve bilmelidir ki, o gerçekte Kozmik Bilinç ile Dünya arasında bir evrensel köprü vazifesi görmektedir.

Varlık bir taraftan Dünya sınırlı bilincinden kurtulup Kozmik Bilince ulaşmaya çalışırken, diğer taraftan bu kozmik bilincin onu dünyasal gerçeklerden koparmasına izin vermemelidir!!!

Çünkü ilahi alemlerin sırrına erip hakikate (Hak Katına) ulaşan ve sahip olacağı kozmik bilinç ile ulaştığı boyutun huzur ve “birlik” yapısına bağlanan varlık, bu Dünya yaşamının gerçekleri olan ego, hırs, kin, nefret, çekememezlik, maddeye olan aşırı düşkünlük, intikam gibi duyguların ne kadar boş şeyler olduğuna karar verebilir ve varlığını “sonsuz huzur bulduğu” o boyutta sürdürmek isteyebilir.

Bedene mahkum olan ve düşük bilinçlerin frekansları ile kirlenen bu kaos ortamı, bu sınırlayıcı yaşam, bu çile dolu hayat, varlığın o “sonsuz huzur ortamı’nda kalması için ve süreklilik yasasını bozması için yeterli nedenlerdir.

Tekamül için sürekliliğin yasa olduğu bu yapıyı bozmanın bir diğer yolu ise, benzer işlemin Dünya boyutunda yapılan intihar eylemidir!

Varlık, evrensel bilinci ile Hak-i Kat’a ulaştığında, o sonsuz huzur ortamından nasıl ayrılamayabilirse ve böylece tekamülün süreklilik yasasını ihlal etmiş olursa, intihar eylemi de Dünya boyutundaki “sözleşmenin tek taraflı fesih edilme” eylemidir.

“Kıyamet Öyküleri” adlı çalışmamızda ayrıntılı şekilde ele aldığımız tekamül anlayışının sistematiğini burada tekrarlamak istemiyorum ancak şunu bir keze daha hatırlamanızı istiyorum ki, her varlık Dünya boyutunda bedenlenmeden önce İlahi Alem’de buradaki görevi ile ilgili bir sözleşme yapar. Bu karşılıklı olarak ve birlikte tasarlanmış, Bütünün ve “BİR”in bir parçası olarak tezahür edecek bir görevdir ve bu sözleşmeye taraflar imza ile bağlıdırlar.

İlahi Alem’de sözleşmeye konan imza net olarak şunu ifade eder: Varlık üstlendiği görevi sözleşme doğrultusunda tam ve eksiksiz olarak yerine getirecek ve dolayısıyla elde edeceği başarıya göre de olumlu veya olumsuz puan kazanacaktır.

Çok basit bir benzetme ile anlatmak gerekirse, 10 maddelik bir sözleşmenin her maddesi 1 puan ile değerlendirilecek ve maddelerin başarı ile tamamlanmasına bağlı olarak da puan kazanılacaktır.

Ancak varlık, tüm bunları kapalı bilinç ile enkarne olduğu bu boyutda gerçekleştirirken, halk dilinde karma olarak da bilinen bir çok diğer varlık ile ortak oluşturacağı olaylara ve derslere de katılacaktır. Ve tüm bu olayların ve derslerin (karşılıksız aşk, sürekli dayak atan bir koca, babasını veya annesini öldüren çocuk, ekonomik felaket, çok sevdiği bir varlığı kaybetmek gibi) gerçekte 10 maddelik o sözleşmenin maddelerinde yer alan “tamamlanması gereken dersler” olduğunu hiçbir zaman bilemeyecektir ve sürekli şu soruyu soracaktır; “Allahım, ben ne suç işledim de sen bunca elem ve kederi bana layık görüyorsun?”

Tamamen “Dünyasal bir bilinç ile sorulmuş olan bu soru, evrensel bir bilinç tarafından şu şekilde yanıtlanacaktır. “Tanrı herkese taşıyabileceği kadar yük verir. Yükünün değerini bil ve onun ne ifade ettiğini anlamaya çalış”

İşte söz konusu olan varlık eğer yaşadığı tüm bu acıların ve keder dolu olayların gerçekte onun kozmik bilince açılmasının en temel değerlerinden biri olduğunu anlar ve bu olayları “BİR” lik bilinci ile kabul etmeye başlarsa, muhteşem bir yükselişin ışıklı yollarında adeta uçmaya başlar!!!

Dünya bilinci ile kayıp olarak gördüğü herşey gerçekte onun için inanılmaz bir kazanımın, İlahi Alemlerin sırlarına açılışın kapılarıdır. (Sevgili Mevlana’nın Şems’i kaybetmesinden dolayı içine düştüğü olağanüstü acı ve elem dolu duygular sonucunda muhteşem Mesnevi’yi yazması gibi.)

Gelin görün ki, Mevlana gibi yüce bir bilinç bile önünde açılabilecek olan bu şans kapısını bir anlık gaflet ile görememiş ve bu inanılmaz acıya (Dünya bilinci ile) intihar ederek son vermek istemiştir. Ne şanstır ki eylemi sonuca ulaşmamış ve neticede Kozmik bilinci onu olması gereken yola sokmuş ve görevini arkasında harika bir eser bırakarak tamamlamıştır.

İşte Mevlana için sonuçlanmamış olması bir şans olan intihar eylemi eğer sonuçlanmış olsa idi bu, ilahi Alem’de yapılan sözleşmenin tek taraflı feshi anlamına gelecekti ki, böyle bir eylemin sonucu tekamül merdiveninin basamaklarından aşağıya çok ciddi bir düşüş demek olacaktı. Sonsuzluğa uzanan tekamül zincirinin halkalarından birinin kopması gibi, zincir kopmuş ve süreklilik yasası ihlal edilmiştir.

İşte Dünya boyutu ile olan bağı koparmanın diğer yolu olan intihar eyleminin neden dinler tarafından böylesine günahkar olarak kabul edildiği bu sırda yatar.

Diğer taraftan bütün bu acılara dayanan ve Hiçlik boyutuna ulaşan varlıkların da bu sonsuz huzur boyutunda kaybolmaması ve (bir anlamda) yok olmaması için, bu tehlikenin varlığını bilen kadim şamanlar ve eski Tao ustaları, bunun üstesinden gelebilmek için çeşitli yöntemler kullanmışlardır. Bakın bu konuda Eric Steven Yudelove- Tao ve Hayat Ağacı (Dharma Yayınları) adlı kitabında neler söylüyor:

“Meditasyon sanatları ve yeteneklerinde uzun süren bir çalışma yapmaksızın, “Hiç”liğe ya da “Bilinmeyen’e yolculuk yapmaya kalkışmak bir hayli tehlikeli olabilir. Birçok arayıcı onun sonsuz kötülüğü içinde kaybolmuştur”

“Bununla birlikte Taoculuk, iki sistem arasında, (Kabala ve Tao’yu kastediyor. S.D) yaklaşım olarak çok daha güvenlidir. Tao’cu yogada, öğrencinin yere “kök salması” için büyük çapta çalışmalar yapılır. Çalışmanın büyük bir çoğunluğu zihinsel olduğu kadar fizikseldir de, ki öğrenci yüksek düzeyleri deneyimlediğinde geri gelebilsin!

“Bir dereceye kadar Batı Kabalacılığı da “kök salma” kavramıyla ilgilenmektedir. Ama kök salma (bu anlayışta SD) zihinseldir. Batı Kabalacılarının kendi fiziksel alıştırmaları yoktur ve sık sık Hatha Yoga’nın çeşitli biçimlerini kullanırlar… Şaman yolculuğundan geri döneceğinden emin olmak için kök salma amacıyla davul çalma ve dans etmeyi kullanır..”

“İbrani kök salma anlayışı, alıştırmalardan çok, kişinin ahlakı üzerine kurulmuştu. Bazıları en yükseklere ulaştılar, bazıları delirdiler, en büyüklerin çoğu genç yaşta öldüler. Yahudi Kabalacı için, yol dışarı doğruydu; geri dönmek ikincil bir hedef gibi görülüyordu.”

“Herşeyin nihai kaynağı olarak Tanrı’yı deneyimledikten sonra, arayıcı niçin geri gelmek istesin ki? Carlos Casteneda’nın Don Juan adında bir Meksika yerlisi Şamanının öğretilerini anlattığı dördüncü kitabı olan Güç Öyküleri”nde (Tales of Power) bu bilinmeyen geleneğin ve onun tehlikelerinin şamanik gelenekte iyi bilindiğini görüyoruz. Don Juan, öğrencisi Castaneda’ya bilinmeyenle yapılan karşılaşmadan yalnızca pek az kişinin sağ çıkabileceğini söyler. Bunun nedeni bilinmeyen, ya da Nagual’ın, çok baştan çıkarıcı olması ve gürültü, acı ve düzenin olduğu (burada kullanılan“düzen” sözcüğünün olumsuz bir ifade taşımasına dikkatinizi çekmek istiyorum. İleride bu ilginç tanımlamayı daha derinlemesine ele alacağız. S.D) “gerçek” Dünya’ya Tonal’a geri dönmenin olanaksız olmasıdır. Bununla birlikte geri dönme kararı içimizdeki, Don Juan’ın irade dediği bir şey tarafından verilmektedir. (Ki irade, sevgili Bentov’un anlatımıyla, kısıtlayan, engel teşkil eden bir kavramdır ve konumuzla çok ilgilidir. S.D) Sonucun ne olacağını, bilinmeyende kalmak mı yoksa yeryüzüne geri dönmek mi olacağını önceden bilmenin hiçbir yolu yoktur”.

“Yeryüzüne geri dönmek büyük bir sorumluluktur. Şamana yaşamını kusursuz edimlerde bulunmaya adamasını gerektiren bir görev verilecektir. Şaman sabır kazanmalı, gerginlikten uzak durmalı, umursamaz olmalıdır, yoksa bilinmeyenin keskin nişancıları tarafından acımasızca katledilecektir”.

“Ein Soph’tan (bilinmeyenden- SD) geri dönmeyi başaran bir Yahudi Kabalacısına genellikle aziz denilirdi. Alçakgönüllülük, gerçekten bilinmeyenle karşılaşılan ve geri dönen Kabalacı, Taocu ve şamanların ortak bir özelliği gibi görünmektedir. Onun yaşamı artık sonsuza değin değişmiştir. “O aynı ama farklıdır…

(Visited 1 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 13.05.2008 tarihinde Esesli tarafından, Dinimiz İslam | İslam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 669 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 2 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Kaosun Muhteşem Düzeni \'\'VAROLUŞ\'\' | Süleyman Diyaroğlu orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleKadir Gecesi - 05/06 Eylül 2010 | Kadir Gecesi Mahiyeti - Hadislerde Kadir Gecesi - "Bin Aydan Hayırlıdır Denmesinin Hikmeti" - Neden "Kadir" .. Sonraki MakalePertevniyal Valide Sultan Cami – İstanbul | Sultan II. Mahmut'un Eşi Ve Sultan Abdülaziz'in Annesi Olan Pertevniyal Valide Sultan Tarafından 1..

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz