Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

İslam Ve Bireysel Dindarlık | Prof.Dr. Şahin Filiz


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 30.07.2009 tarihinde Sema tarafından, Dinimiz İslam | İslam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 369 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


İslam Ve Bireysel Dindarlık

Dinler, inanç ilkeleri ve bu ilkelerin uygulamalarını içeren iki doğalı bir yapıya sahiptir. İnancın doğası, Tanrı ile insan arasındaki aracısız ilişkiye dayanır. Uygulanmaları ise, görünüşte toplumsal ve hukuksal alanlara uzanır. Bir inancın hukuksal ve toplumsal alanda ortaya çıkıp çıkmadığını denetleme hakkının, aynı şekilde yine bireyin kendi oto kontrolünde olan bir durum olması beklenir.


Ancak, “fıkıh”, “şeriat”, “halife”, “ibadet”, ve nihayet “din devleti” veya teokrasi gibi kavramlar, hem bireyin inançlarını, hem de bunların yerine getirilip getirilmediğini denetleyen bir mekanizmanın var olduğu kanaatini yüzyıllarca yerleştirmiş bulunmaktadır.

Kur’an’daki bir takım ayetler, Tevrat ve İncil’le sorumlu tutulan Yahudi ve Hıristiyanlara ait geçmiş dönemlerdeki “şeriat”ların ilga ve iptal edildiğini bildirir.

Bireyin kendi etkinlik alanı içinde var olan yapıp-etmelerinden, toplumsal ve siyasal alanlara kadar uzanan kolektif ibadet ve sorumluluklarına kadar tüm yaşamını ipotek altına alan “şeriat”, geriye dönük olarak ortadan kaldırılırken, en temel gerekçe, bu uygulamaların miadını doldurdukları yönünde olduğu şeklindedir. Hukuk-ahlak, olgu-ilke ya da din diliyle söylendiğinde, “batın-zahir” ilişkisi, birincilerin sürekli değiştiğini; ikincilerin ise insanlığın yeryüzündeki ömrüne denk kalıcılık niteliği taşıdığı ortadadır. Ahlak hukuku, ilke olguyu, batın zahiri içerip kapsıyorsa, dahası, bu onların kendi doğalarının gereği ise, önceki şeriatların bu gerçeğin gereği olarak ortadan kaldırılması için Kur’an devreye girmiş olmaktadır.


Peki, Kur’danki “şeriat” nedir? Hukuk, olgu ve zahir gibi kavramlar, inanç ilkelerinin zaman, mekân ve farklılaşan koşullara göre uygulanmasını temsil etmekte olduklarına göre,bunların değişip değişmediklerini nasıl bileceğiz? Kur’andaki şeriatın değiştiğini, yeni bir ilahi kitap gelmesiyle mi öğreneceğiz? Yoksa hala, bir uygulamalar bütünü olan bu olguların ve pratiklerin değişmediğini, “kıyamete kadar da değişmez ilkelerle özdeş olduklarını” öne sürmeye devam mı edeceğiz?

“Hırsızın çaprazlama iki elinin kesilmesi”, “erkeğin kadından daha fazla miras alması”, “ erkeklerin kadınlar üzerinde tasarruf hak ve yetkisi olduğu” gibi yargılar mı değişmez, yoksa bunlara esas teşkil eden ilkeler mi? “Hırsızlık haramdır”, “ kadın da en az erkek kadar miras hakkına sahiptir” ve “ köleleştirilen kadınlar, kendi sosyal rüşdlerini kanıtlayıncaya kadar erkeklerin bu hatalarını telafi için onlara bir süre bakmaları gerektiği” gibi ilkesel yargılara dönüştürülemez mi?

Kuşkusuz esas olan, pratiklerin temelinde yer alan ilkelerdir ve uygulamalar ister istemez değişmek zorundadır. Daha önceki “şeriat”ları Kur’an değiştirmişti. Kur’an’daki “şeriat”ı da gelişen insanlık değer ve ilkelerinden oluşan insancıl koşullar değiştirmektedir. Bu fiili bir durumun saptanmasından ibarettir. Olması beklenen, olduğuna tanık olunan bir doğal süreçtir.

Hz. Muhammed’in son Peygamber, Kur’an’ın da son kitap olması, bundan sonra peygamber ve ilahi bir kitap gelmeyeceğine işaretten başka anlama gelir mi? Bundan sonra peygamber ve kitap gelmeyecek olması, olup olacak her uygulama ve pratiğin, insan yapıp-etmelerini içerebilecek tüm yargıların Kur’an’da bir bir sayılıp döküldüğünü mü anlatır? Eğer böyleyse, insanın bilim, teknoloji, kültür ve uygarlık adına geliştirdiği, aklı ve düşüncesiyle meydana getirdiği tüm eserler, Kur’an’da yazılıp belirlenen hükümlere göre mi ortaya çıkmıştır? Gerçek böyle olmadığına göre, Kur’an’da “şeriat”a dair ne varsa çoğunlukla fiilen değişmiş olmaktadır. Değişmediğini ve değişemeyeceğini öne sürmek, İslam dünyasının bugüne kadar geçirdiği süreçleri ve şu gün geldiği hal-i pür melalini olumlamak, devamını istemek ve bu durumun “dinin ve Tanrı’nın iradesi” olduğunu iddia etmek değil de nedir? Daha doğrusu, temenniden öte neyi ifade edebilir?

Kur’an şerati de değişme ve gelişmeler karşısında fiili durumdan etkilenip değişime uğruyorsa, peki, Kur’an’da değişmeyen şey nedir?

Her hukuksal olan ahlaksaldır, ancak her ahlaksal olan hukuksal değildir. Hukuk ahlaktan beslenir; ondan kaynaklanmak zorundadır. Ahlaksal temeli olmayan hukukun insancıl geçerliliği yoktur. Ahlak dışı ve ahlaka zıt bir hukuk kaidesinden söz edilemez.Bunun yanında, her ahlaksal olan hukuksal değildir. Çünkü, ahlak hukuktan daha geniş ve daha derin yaptırım niteliği gösterir. Kötü niyet ahlaka göre suçtur, ancak hukuka göre suç değildir. Değişen ve değişmeyen kategorileri kuşkusuz kişisel arzularımızın ve temennilerimizin etkisiyle teşkil ediliyor değildir. İslam’a ait olsa da hukuku, ibadet şekil ve zamanlarını içeren fıkıh, çağdaş yaşam koşullarının zorlamasıyla zaten değişime uğramaktadır. Değişmesi de hem normal, hem de zorunludur. Pratikler değişime direndikleri ölçüde, dinde bürokrasi, aracılık ve sığlık artar. Bireysellikten çıkan din, toplumsal ve siyasal zemine kayar.

Acaba, İslam dininde değişmeyen şey nedir?


Yalnız İslam dininde değil, diğer dinlerde de değişmeyen şeyler vardır. Bunlara kısaca “dogma” diyebiliriz. Dogma, her zaman asılsız ve kör inanç anlamına gelmez. Ayrıca dogma, sırf dinlere ait ilkeleri anlatan yargılar da değildir. Yaşamın her alanında görülür. Örneğin, “yaşam kutsaldır”, “insan canı değerlidir” gibi, sayısını çoğaltabileceğimiz her hüküm birer dogmadır. İlkeler bütünü olan ahlak ve ahlaksal erdemler değişmez. İslam dini ahlaksal erdemler bütünüdür. Bunlar değişmez. Şeriatlar değişir; yok olur; ancak, “iyi-kötü” kategorileri her zaman varlığını sürdürür. İşte bu tip kategoriler de dogmadır.

“Hırsızlık kötüdür”, “cinayet işlemek; cana kıymak haramdır ya da kötüdür”, “başkalarına kötülük yapmak haramdır”, “ anne-babaya kötü davranmak, yanlıştır” gibi, İslam dininde yer alan ahlaksal yargılar kalıcıdır. Kuran’ın asıl amacı, hırsızı cezalandırmak, caniye haddini bildirmek değil, hırsızlığı ve cinayeti ahlaki olarak engellemektir. Bu da bireysel dindarlık ve bireysel ahlaklılıkla mümkündür.

Bireysel ahlak ve bireysel dindarlık, ahlaka dayanır. Hukuk alanı ahlaktan daha dar olduğu için, uygulama ile sınırlı bir dindarlık, yüzeysel bir dinselliği anlatır. Ahlak alanı, yalın, geniş, doğrudan ve içtendir. Denetim mekanizması bireyde başlar; toplumda şekillenir. Ancak toplumun denetimi, bireyin kendi kendini denetlemesi kadar yaptırım gücüne erişemez. Çünkü ahlaksal erdemlilik, bireyin iç dünyasında Tanrı ile kurduğu doğrudan ve mahrem ilişkiyle şekillenir. Kanıtı ve tanımı olmaz. Doğal ve hacimsizdir.

Simge ve sembollerle temsil edilmez. İslam dini, dindarlığı ahlaklılığa bağlar. Bir kimsenin iyi ahlaka ya da kötü ahlaka sahip olması, ya da dindar olup olmamasının görünür ve tüketilebilir hiçbir ölçüsü yoktur. Dindarlık ve ahlaklılık, ölçüye ve simgeye sığmaz. Bunlara ölçü ve simge uygulamaya kalkmak, ahlakı hukukla sınırlandırmaktan başka bir şey değildir.

İslam’ı, değişmesi kaçınılmaz olan şeriat” ve fıkıh”la özdeşleştirmek, ahlakı hukukun egemenliğine bırakmak demektir. Son iki yüz yıldır İslam, ahlaksal derinliğinden çok hukuka anılmaya ve tanımlanmaya zorlanmıştır. Manevi derinlik, ahlaksal incelik ve mistik mahremiyetin yerini, kişi ile Tanrı arasına yapay olarak yerleştirilen “siyasal İslam”, “ sözüm ona namus ve kimliğin sembolü haline getirilen türban” ve “ artık tarım toplumunda bile icrası güç ibadet biçimleri” almıştır.

Birey ezilmiş; din baskıcı bir yapıya sokulmuş, Tanrı’nın yerini, İslam’da hiç de yeri olmayan türedi “ruhban kişi ve kurumlar” almıştır. Kurumlar cemaat ve tarikatlardır. Bireyi, cemaatin standart mekanik bir parçası; Tanrı’yı da, kendi sözlerine itibar eden bir araç haline getirmeyi yüzyılın “dindarlığı” olarak görmektedirler.

Türbancılık ve faizcilik en somut gösterişçi ve çelişkili bir dincilik örnekleridir.

İslam dini, bireyin ruhsal, bedensel ve sosyal olarak onurlu bir yaşam geçirmesini; başı dik, karnı tok ve vicdanına hesap verebilen bağımsız bir kişilik olmasını ön görür. Bireyin Allah dışında hiçbir şeye muhtaç olmayacak kadar kendi iç huzurunu tüm hücrelerinin derinliğinde duymasını salık verir. Aç, muhtaç, ezik, bağımlı, araçsallaşmış ve köleleşmiş bir insan istemez. Yoksul bırakılıp aldatılmasını, Allah istemediği halde, “Allah senden şunları istiyor “ diye kandırılmasını şiddetle yasaklar. Kimsenin Allah ile kul arasına girmesine; bu aracılığı para, statü ve zenginliğe hele haksız bir zenginliğe tahvil etmesine olumlu bakmaz.

İslam, kalp ve gönüllere konaklar. Baş ve omuzlara tünemez. Takva (derin dindarlık), şekil ve sembollerle dışa vurdukça sığlaşır; ruhsuzlaşır ve sahibine zarar vermeye başlar. Putlaştırılan şekil ve semboller, izlenen ilke ve değerlerin katilidir. Kökleri kopup su yüzüne çıkarak artık maddelere dönüşen ot-çöp yığını gibi, kirlilik oluşturur.

Erkek ve kadın ayrımını, kesin bir dille reddeden İslam dini, “örtünme”yi de kadına, daha sonra da onun baş kısmına özgü kılmayı en azından umursayacak basitlikte bir din değildir. Oysa biliyoruz ki, tüm insanlık, insan tekinin neresini “örterse ayıp, neresini örtmezse sakıncasız olduğu” konusunda birleşmiş gibidir.

Toplumsal dayanışma ve barışı öngören bir din olarak İslam’ın buna odaklanması onu değil, odaklayanları temelsiz bırakır. Temelsiz bırakılan toplum, din ve takva adına, ibadetlerde gösterişe, haram ve yasaklarda ikiyüzlülüğe, şekil ve sembollerde de bağnazlığa mahkûm olurlar.

Ülkemizde türbancı söylem bu fotoğrafı çok açık olarak gözler önüne sermektedir. Türban söyleminin temelsizliği; bunun ,” yaratılan post modern bir siyasetin dinleşmiş hali” olduğu daha önceki yazı ve incelemelerimizde belirlenmişti. Din, türbanla özetlenmiş; takan-takmayandan çok, savunan-savunmayan, hatta “inanan-inanmayan” gibi keskin kategoriler yaratmıştı, diye saptamalarda bulunmuştuk.

Bu söylem Yüce dinimizin en güzel, en derinlikli ilke ve değerlerinin talan edilmesi için bir “örtü” olarak kullanılmaktadır. Birçok güzellikleri unutturmaya çoktan başlamıştır. Türban bir emir olmamasına karşın, en azından tartışmalı bir konu olmasına karşın, “tartışmasız” haram ve yasaklar, türban söyleminin kurbanı olarak yerlerini çoktan almışlardır. Faizcilik bunun en somut örneklerindendir.

Türban konusunda kanıt diye ortaya konan iki ayetin hiç de türbanı farz kılmadığı ortada durup dururken, faiz yemekten faizcilikten en küçük rahatsızlık duymayanlar, karanlık mezarlıktan geçerken korkmamak için bağırıp çağıran kişinin durumuna düşmüşlerdir.

Oysa faizin kesin bir dille haram kılındığını, bunu Bakara Suresi 275. ayetin “ harrama” sözcüğüyle bildirdiği apaçık bir yargıdır. Aynı ayette, “ahalla” yani “helal kılındı” ifadesi ise, alışverişle ilgilidir. Yani, Allah alışverişi helal kılmış, faizi de haram kılmıştır. Faiz yemek, faizcilik yapmak büyük günahlardandır.

Alışveriş yapmak, helaldir ve bir başka söyleyişle, sevaptır. Konu bu denli açık ve nettir. Türban konusundaki muğlâklık ve tartışmalı durumdan vazife çıkaranlar, “devletin malı deniz” felsefesiyle türbancılığı siyasetin, İslam’ın yerine ikame edilebilecek alternatif bir dinmiş gibi sunulmasına gerekçe olarak kullanmaktadırlar. Oysa faizcilik ve faizci yoldan mal, para ve statü elde etmek söz konusu olunca, ne din, ne İslam bu çevrelerin akıllarının ucundan bile geçmemektedir.

Maun Suresi, “namazda gösteriş yapanları” şiddetli kınar. Namaz gibi, gösteriş yapılması her zaman mümkün olmayan bir ibadet şeklinde bile böylesi sert bir uyarı varken, türban konusunda-varsayalım- emir içeren bir ayet olsaydı, Allah daha da sert uyarılarda bulunurdu. Çünkü türban göz önünde, her zaman gösterişe açık bir semboldür.

Aynı surede, “namazda gösteriş yapanların, “öksüzleri itip kaktıklarını”, “yoksulu doyurmaya yanaşmadıkları” ve “basit şeyleri dahi insanlara vermeye kıyamadıkları”nı vurgular. Demek ki gösterişe açık hale getirilen her şey, dinsel istismarın tam boy hedefidir. Hele kendisi gösteriş olan türban söylemi konuyu daha da açıklığa kavuşturmaktadır.

Gösterişçiler, faiz yemekten; faizle mal-mülk edinmekten kaçınmazlar. “Al takke ver külah”la insanları sömürmek, gösterişlere boğulan bir dinsel davranışta hiç göze batmayacak şekilde kitabına uydurulur. Hem Allah’ı hem insanları kandırdıklarını sanırlar. Oysa insanları kandırırlar, Allah’ı kandıramazlar.

“ Faiz yiyenler mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların, “ zaten alışveriş de faiz gibidir” demelerindendir. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı. Kime Rabbi’nden bir öğüt gelir de faizcilikten geri durursa, geçmişi kendisinedir, onun işi Allah’a aittir. Kim faizciliğe dönerse, onlar cehennemliktir, onlara orada temelli kalacaklardır.”

“Kar payı”, “İslami bankacılık”, “İslami sermaye” kavramları, “zaten alışveriş de faiz gibidir” gerekçesinin kapitalist tercümesinden ibarettir. Ayette, “alışveriş de faiz gibidir” yerine, neden, “faiz de alışveriş gibidir” denmiyor sorusu akla gelebilir. Burada çok önemli bir benzetme vardır. O da şudur: doğal, helal, güzel ve insani olan her şeyi, haram kılınan ve çirkin sayılan bir şeye yamayarak kirletmeyi amaçlayanları deşifre etmektir. Yani Allah, temiz ve güzel olan her şeyi, kötü ve haram kıldığı konuyla özdeşleştirerek istismara açık hale getirildiğine dikkat çekmektedir.

Faizin haramlığı, faizciliğin kötülüğü, faizcilikle elde edilen mal ve mülkün bereketsizliği konusunda en az 13 ayet bulunmaktadır.

Kuran’da yoruma kapalı ve çok açık olarak geçen faizle ilgili yasaklama ortadayken, siyaset, ticaret ve tarikat üçgeninin bunları başka bir dinin hükmüymüş gibi yok saymaları aslında türban söylemindeki ısrarları ile yakından ilgilidir.

Gerçekten yüce İslam dini dışında başka bir din oluşuyor gibidir. Bu dinde Hz. Peygamber dikkate alınmıyor; şahadetten çıkarılıyor, faizcilik normal bir kazanç yoluymuş gibi siyasette prim yapıyor ve faizle ilgili tüm terminoloji sözlükten siliniyor. Tıpkı İslam’ın birçok ahlaksal ilke ve hükümleri gibi. Bu dinde “ılımlılık” adına, emperyalizmin faizci hegemonyası aklanıyor; ama Türk halkı, “türban söylemiyle” avutuluyor.

İslam’da insanları yoksullaştırarak sadakaya muhtaç hale getirmek yok, yoksulları itip kalkmak yok ve tabii ki faiz yemek ve faizle sömürmek de yoktur. Ancak siyasetin doğurduğu “ılımlı” dinde, vitrinlenebilen her türlü gösterişe hizmet eden sözde “İslami” kılıflar inançlı olmanın ön koşulu olarak dayatılıyor. Halk faiz ve sömürüyle çıplaklaştırıldıkça, türbanla giydiriliyor. Türbanla halk, çıplaklaşan yaşamını, başını örtmekle örtüye büründürülebileceğine inandırılmaktadır.

Maun Suresinde yoksulu giydirmeyenler, garipleri, zavallıları doyurmayanlar (kömür ve un vererek değil tabii ki) çıplak vatandaşı türbanla giydirebileceklerini sanmaktadırlar. Faiz ve faizciliğin açtığı yarayı, çıplaklaştırdığı insanı türbancılık değil, çarşafçılık bile örtüp teselli edemez.

Faizcilik açmakta, türbancılık örtmektedir.

İslam dini tam tersine, laik bir dindir. Ruhban sınıfına yer vermez. Laiktir; çünkü Müslüman olmak için “din adamı sınıfından” olma koşulu yoktur. Devlet ve rejim önerisi getirmez; “İslam devleti” gibi türedi tamlamalara ne tarihsel süreçte, ne de kendi dinsel metinlerinde nominal düzeyde dahi yer vermez. Laiktir çünkü bireysel dindarlığı ve ahlaksal erdemliliği amaç edinir.

Kişi ile Tanrı arasına girilmesine, Peygamber de olsa izin vermez. Onun için, son peygamberden sonra, peygamberlik sona ermişken, şeyhler, cemaat liderleri nasıl olur da aracılık edebilirler? Hz. Muhammed’den sonra, Tanrı, peygamber dahi göndermeyecekken, nasıl olur da “Bediuzzamanlar, şeyhler, dervişler, Mürşitler” peygamberin yerini tutabilecek bir dinsel bürokrasiyi meşrulaştırabilirler?

Öyleyse, İslam dini bireysel, mistik ve aracısız bir dindarlık ve ahlaklılığı öngörür. Atatürk’ün laiklik anlayışı, İslam dininin laik yapısıyla uygun düşen bir Türk dindarlık tarzının ortaya çıkmasına temel teşkil etmiştir.

2 Bakara 275


Prof.Dr. Şahin Filiz

(Visited 6 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 30.07.2009 tarihinde Sema tarafından, Dinimiz İslam | İslam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 369 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 2 adet mesaj daha bulunmaktadır.

İslam Ve Bireysel Dindarlık | Prof.Dr. Şahin Filiz orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleAtatürk İstihbarat Şubesi’nin Yanıldığını Biliyordu | Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı Sırasındaki Kehanetleri Sonraki MakaleBen 44 Yaşındayım...Oğlum 53...-Stella M. Trevez

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz