Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

İnsanı Anlamanın Kökenlerine Dair Bir Analiz | Mehmet Yapıcı


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 12.12.2008 tarihinde Sema tarafından, YaÅŸam Koçu | Daha Kaliteli Bir YaÅŸam İçin bölümünde paylaşılmıştır ve 318 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


İnsanı Anlamanın Kökenlerine Dair Bir Analiz

Keşke seni anlasaydım. Ama seni anladığımı varsaydığımda bile, seni anlamanın anlamını bulmuş olur muyum bilmiyorum? Neden seni anlamam gerektiğini biliyorum. Çünkü birlikte yaşıyoruz. Aynı evrende soluk alıp veriyoruz. Senin yaptığın ya da yapmadığın her şeyden etkileniyorum. Kırmızı ışıkta beklerken, sarıdan yeşile geçerken arkamdan gürültülü bir korna sesi ile beni uyarman canımı sıkıyor. Can sıkıntımı azaltmaya çalışan eşime de kızıyorum. Sana sinirlenmesi gerekirken sanki yanlış yapmışım (ya da ben öyle anlıyorum), daha fazla da yapmayayım diye beni sakinleştirmeye çalışınca, senin hiçbir şey olmamış gibi geçip gitmeni seyrediyorum. Seni anlamaya çalışmadığım için kendime kızmalı mıyım?


Kaldırımda iki metre kadar önümde yürüyorsun. Yanındaki sosyal ikizinle bağıra çağıra ana-avrat küfrederek konuşuyorsun. Yanından geçenler vebalıymışsın gibi uzağından geçmeye çalışıyorlar. Farkında olmadan ben de önce yavaşlamaya sonra da yolumu değiştirmeye çalışıyorum. Seni anlamaya çalışmıyorum, senden kaçıyorum, çevrene yaydığın sosyal şiddetten iğreniyorum sanırım. Yoksa seni anlamaya çalışıp, belki de seni uyarmaya çalışmalıydım değil mi? Ve sen beni anlayacak, yarattığın sosyal şiddet için özür dileyip kendini toparlayacaktın öyle mi?

Marketin orta yerinde çocuğunu bağıra çağıra aşağılayan baba, çocuklarımın korkuyla donup kalmalarına neden oluyor. Çocuklarımı mümkün olabildiğince dikkatlerini dağıtmaya çalışarak ortamdan uzaklaştırıyorum. Neden çocuğuna kaba davranıyorsun demediğim için ve seni anlamadığım için üzgünüm.

Seninle ilgili bu örnekleri sonsuza kadar çoğaltabilirim. Ama bu gerekli değil. Anlatmak istediğimi anlamlandırabilmek için bu örnekler yeterli. Asıl sorun şu; insanları anlayabilir miyiz? Anlamak zorunda mıyız? Keşke buna hayır diyebilseydim. Ama hayır demek işin kolayına kaçmak olur. Ve kolayına kaçılan hemen hemen her şey kötüdür, yararsızdır. O zaman neden yukarıdaki örneklerde tepkisiz ve duyarsız kalıyoruz. Karşımızdaki insanı anlamaya çalışmıyoruz. İşin kolayına kaçtığımız için mi? Hayır o kadar basit değil. Onu değiştiremeyeceğimizi biliyoruz hatta onu değiştirmeyi denemenin, onu tutum ve davranışlarında daha da keskinleştireceğine radikalleştireceğini biliyoruz. Bunlar doğduğumuz andan itibaren bilinçaltı süreçler yoluyla öğrendiğimiz ve günlük tutum ve davranışlarımızı yönlendiren yaşantıların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.


Yukarıdaki insanı dönüştürmenin yolu, onu ontolojik bir obje olarak var eden koÅŸulları tanıyıp anlamakla mümkün olabilir. Dönüştürmeden kastedilen ise doÄŸrudan “O” deÄŸil, onun sonraki türevleri olacaktır. Her insan bir yansımadır. İçine doÄŸduÄŸu sosyo-kültürel, politik ve ekonomik koÅŸulları yansıtır. Ä°nsanı deÄŸiÅŸtirmenin yolu, içine doÄŸduÄŸu sosyo-kültürel, politik ve ekonomik koÅŸulları düzeltmekle olasıdır

Åžiddet Olgusu Ãœzerinden Bir Anlama Egzersizi

Şiddet olgusunun seçilmesinin nedeni, yaygınlığı ve insan yaşamındaki somutluğudur.

Şiddet; sosyal bir olgu olarak, öğrenilen bir tutumdur. Her ne kadar, şiddetin insanın doğasında var olan bir dürtü olduğunu ileri süren düşünceler var olsa da; doğum sonrası insan yavrusunun davranışları gözlemlendiğinde, gelecekte şiddeti çağrıştıracak davranış kalıplarına rastlanmadığını ileri sürebiliriz. Bebeğin emme davranışı sırasında memeye saldırmasının! şiddet dürtüsü ile betimlenmesi ise abartılı gözükmektedir. Çünkü memeye saldırma davranışı (başkasına) zarar verme değil, açlığı giderme sabırsızlığıdır. Unutulmamalıdır ki şiddet öğesinde biriktirilmiş öfke, öfkenin kontrol altına alınamaması, öfkenin davranışa dönüştürülmesine yol açacak bir uyarıcı ve zarar verme fiili ya da tehdidi vardır. Önemli olan bu sürecin nasıl ortaya çıktığının betimlenmesidir.

Öfke, insanın kendini ifade etmenin bir biçimidir. Yani öfke de bir iletiÅŸimdir, ancak istenmeyen onaylanmayan, olumlu sonuçlar oluÅŸturmayan yıkıcı bir iletiÅŸimdir. Ä°nsan kendini söz, duygu, mimik, jest, ya da bir baÅŸka biçimde neden ifade edemez? Her insan çevresinden kabul görmeyi ve kendini deÄŸerli hissetmeyi ister. Bunu duyumsamadığı dönemlerde, kendini ifade etmede güçlük ortaya çıkar. Ä°nsan kendini neden ifade edemez? Muhtemelen öğrenemediÄŸi, bu olanağı bulamadığı ve kendini deÄŸerli hissetmediÄŸi için, bu durum ise, geçmiÅŸin bir birikintisi olarak ortaya çıkmış olmalıdır. Çünkü insan davranışlarının gösterildiÄŸi an, bir sonuçtur. Bu sonucu ise yaratan bir geçmiÅŸ süreç vardır. Yaklaşık olarak ergenlikte ortaya çıkan soyut düşünme becerisi elde edilinceye kadar, insan kendini evrenin merkezinde algılar. Evrenin merkezine kendine koyan insanın en büyük güçlüğü ise, paylaÅŸamamaktır. PaylaÅŸma, öğrenilen (ya da öğrenilemeyen) sosyal bir davranıştır. Ä°nsanın sosyal bir varlık oluÅŸ gerçeÄŸi, paylaÅŸmanın da çok rahatlıkla kazanılabileceÄŸini düşündürtmektedir. Ancak bu gerçekleÅŸmemektedir. Çünkü çocuk büyürken, bunun gerçekleÅŸmesini engelleyen bir dizi hata yapılmaktadır. ÖrneÄŸin, evine misafir kabul eden bir anne-baba, çocuÄŸuna ÅŸu direktifi verebilmektedir: “oyuncaklarını ortalıktan kaldır, misafir çocuk/çocuklar onları alabilir, kırabilir”. Bu ve buna benzer direktiflerle büyüyen çocuÄŸun paylaÅŸmayı öğrenmesini bekleyebilir miyiz? Bu tür durumlar, sadece paylaÅŸmanın öğrenilmesini engellemez, ben merkezliliÄŸin ortadan kalkmasını ve yerini sosyal ben’e bırakmasını da engeller. Sosyal ben’i geliÅŸmemiÅŸ birey ise, paylaÅŸmayı, empati kurmayı, kendine ve baÅŸkalarına deÄŸer vermeyi öğrenemez.

Paylaşmayı öğrenemeyen insan, her elde edemediği için; bir suçlu arar. Bunu başlangıçta sözel ifadelere döker. Bu sözel ifadeler ise, çoğunlukla kınanır, sorgulanır, aşağılanır ya da şiddete uğrar. Çocuk için sözel ifade edişin yetersizliği böylece anlaşılmış olur. Suçlamalarını ve kızgınlığını, uygun bulduğu ortamda davranışı dönüştürebilir. Çoğunlukla bu basit ve sıradan gözüken şiddet öncesi davranış kalıpları (gelecekteki tutum olarak şiddet eğiliminin kökenlerini oluşturduğu unutulmamalıdır) güçsüz yaşıtlara, kendinden küçüklere ve yetişkinlerin olmadığı ortamlarda uygulamaya başlanır. Gelecekteki şiddet tutumunun tohumları bu şekilde atılmış olur. Bu tohumun büyüyüp yeşermesi zaman alır ve yanlış yetişkin davranış ve tutumları ile beslenmiş olur.

Çocuk uzunca bir zaman, çoÄŸunlukla ilköğretime baÅŸlayıncaya kadar, ÅŸiddete direnecek güce (zihinsel, duygusal ve fiziksel ) sahip deÄŸildir. Ä°lköğretimden itibaren zihinsel geliÅŸmiÅŸliÄŸi ve duygusal olarak kendini ifade etmede elde ettiÄŸi yeterlilik, fiziksel olarak da kendine yakın bulduÄŸu akranları ile birlikte sergilenecek bir ortama kavuÅŸmuÅŸ olur. Okullu çocuk için, aileler çoÄŸunlukla neredeyse bilinçaltı şöyle bir algıya sahiptirler: “oh be, artık okul var, çocuÄŸumla ilgili sorumluluÄŸumun büyük bir kısmına onlara devredebilirim. Buna bir de okulun sorun çıkıncaya kadar, sorunların farkına varamama niteliÄŸi eklenince, kendini deÄŸerli hissetmeyen, paylaÅŸmayı öğrenemeyen ve kendini evrenin merkezinde algılayan çocuk için, biriktirilmiÅŸ öfke açığa çıkmak için uygun uyarıcıyı beklemeye baÅŸlar.


Öfkeyi ortaya çıkaracak uyarıcı ise çok kolay bulunur. Ödevini yapmadığı ve yeterince çalışmadığı için aile onu kınar, üzer ve ÅŸiddet uygulayabilir. Öğretmen; kurallara uymadığı için, hata yaptığı için, okul koridorunda koÅŸtuÄŸu için, zayıf not aldığı için” Vs. vs. çocuÄŸu kınar, üzer ve ÅŸiddet uygulayabilir. Çocuk açısından denetimsiz ve her an seyredilmeye hazır olarak, açık bekleyen Televizyon; yüceltilmiÅŸ ve “estetize” edilmiÅŸ çizgi filmler, filmler aracılığıyla, çocuÄŸun biriktirilmiÅŸ öfkesini davranışa dönüştürecek uyarıcı öğrenmelerle doludur. Böylece akranlara aktarılacak biriktirilmiÅŸ öfke davranışa dönüştürülmeye hazır hale gelir. Çocuk, ailesine ve okula yansıtamadığı öfkesini, diÅŸ geçirebileceÄŸi biri olarak akranlarına çevirir. Akranlara gösterilen ÅŸiddet, bazen görmezden gelinir, bazen de sessizce onaylanır. ÇocuÄŸunun dayak yemesindense, dayak atmasını tercih eden ana-babaların sayısı azımsanmayacak kadar çoktur.

Çocuk biriktirilmiş öfkesini davranışa dönüştürürken, zihinsel niteliklerinden dolayı sadece anı yaşar. Yani bıçağı salladığında karşısındakinin ölebileceği olasılığını düşünemez (filmlerde kahramanlar çok zor ölür, ölenler ise yüceltilir). Çünkü düşünme analitik yani neden-sonuç ilişkisi içinde değildir henüz. Kuşkusuz bunun da nedenleri vardır. Başlangıçta kendini ifade etme olarak ortaya çıkan şiddet, bir süre sonra ustaca öğrenilmiş ve zarar vermeye dönük bir eyleme dönüşür. İşte bu nokta, geri dönülemez noktadır. Çözüm için, nasihat, sosyal ya da hukuki yaptırım yetersiz kalır. Yukarıdaki örneklerde nasihat, sosyal ya da hukuki yaptırımın da yetersiz kaldığı görülebilir.

Eğer, şiddetin kendini değersiz hissetmenin, hospitalizmin (sevgiden yoksun büyümek) bir sonucu olarak ortaya çıktığını kabul edersek; çözüm için de bir yol görünmüş olur; çocuğun eksikliğini hissettiği değersizlik ve sevgisizliği ortadan kaldırmak. Peki bunu kim ortadan kaldıracak; elbette aile, politika, din, ekonomi..vb. sosyal kurumlar. Ama temel sorun da burada, kurumlar şiddeti ortadan kaldırmak yerine, destekliyorlar. Evine dönen baba ya da anne, işyerinde, sokakta gün boyu biriktirdiği öfkesini eşine ve çocuklarına yansıtıyor. Devlet kapısına giden yurttaş, vergisini öderken, bankada taksitini yatırırken, alış verişini yaparken, bir talepte bulunurken, bir hizmeti satın alırken, işini zorlaştıran ve kendini değersiz hissettiren bir sürü uygulamayla karşılaşıyor, yani öfke biriktiriyor. Akşam evinde, televizyonun başına geçen aile, şiddet ve şiddetin yansıması olan programlarla geceyi noktalayıp uyuyor. Okula giden çocuk, eğitim-öğretim ortamında bir baş belası gibi kendini algılamasına neden olan kural ve normlarla karşılaşıyor yani bütün sosyal kurumlar ve iletişim stratejileri güvensizlik üzerine kurulmuş. Kamusal ve özel yaşamda oluşan bu güvensizlik, şiddeti doğurup meşrulaştırıyor. Şiddet uygulamaları ancak, öldürme noktasına ulaştığında dikkat çekebiliyor. Bu durum bile, şiddetin ne kadar kanıksandığını göstermek için yeterlidir.

Şiddeti ortadan kaldırmayı önermek çok iddialı olacağı için, şiddeti zayıflatmanın yolunu öncelikle aramak gerekir. Eğer şiddet bir birikimin sonucu ise, onu zayıflatmanın bir süreç ve birikim olacağını da öngörebilmek gerekir. Sosyal kurumların şiddeti zayıflatması ve etkisiz hale getirebilmesi, şu temel varsayımın ele alınması ya da düşünülmesi ile sağlanabilir; ihtiyaçların karşılanma oranı ile şiddet arasında ters bir ilişki vardır. Bu şu demektir, bebeğin sağlıklı büyümesi için, anne sütü ve ebeveyn sevgi ve şefkatine ihtiyacı vardır, ihtiyacı karşılandıkça öfkesi azalacaktır. Çocuğun sosyal akran aktivitelerine (sosyal başarı), öğrenmeye (akademik başarı) ve mutlu olmaya (kendini gerçekleştirme başarısı) ihtiyacı vardır, bu ihtiyaçlar giderildiği ölçüde öfkesi azalacaktır. Yetişkin insanın bir işe ihtiyacı vardır, işinde mutlu olmaya ve yeterince para kazanmaya (istihdam ve gelir dağılımında adalet) ihtiyacı vardır, bu karşılandığında öfkesi azalacaktır. Bireyin devlet tarafından kucaklanmaya ihtiyacı vardır, bireyin toplum tarafından kabul görmeye ihtiyacı vardır, bireyin kendisini dinleyecek bir insana ihtiyacı vardır, bireyin oy verdiği insanlara hesap sormaya ihtiyacı vardır (bu ihtiyaç 5 yıllık periyotlarla geçiştirilemez). Bu ihtiyaçlar giderildiğinde öfke azalır, şiddete varacak boyutlara ulaşması engellenmiş olur.

Demokratik gelişimlerini tamamlayamamış ya da demokratikleşme sancılarını yaşayan toplumlar, sorunların çözümünde şiddete başvurmayı meşrulaştırabilirler. Demokratik tutum, farklılıkları kabullenmeyi (farklılığı fark etme, farklılıkları tanıma, farklılıklara yaşam hakkı vermede tutum oluşturma) gerektirir, şiddette başvurulurken kullanılan temel bilinçaltı savunma mekanizmalarından biri de farklılığa karşı duyulan hoşgörüsüzlüktür. Bu hoşgörüsüzlüğün şiddete dönüşmesi, kabullenmenin gerçekleşmemesi ile doğrudan ilişkilidir. Bu kabullenme, sosyal kurumların birbirini destekleyen ortak politikaları ile gerçekleştirilebilir. Örneğin, bir sosyal kurum olarak eğitim kurumu, bireylere fırsat eşitliği sağlamaya yönelik bir temaya sahip olmadığında, bunun politikaya yansıması da elbette çeşitlilik şeklinde olmayacaktır. Din kurumu, farklı inanışları, düşman olarak gördüğünde evrensel düşünen bireylerin ortaya çıkmasını beklememek gerekir.

Ne yazık ki şiddet hadi engelleyelim diye söylenerek ortadan kaldırılabilecek bir olgu değildir. Şiddetin oluşması nasıl bir birikim ve süreçse, kaldırılması da benzer birikim ve süreci gerektirir. Bu süreçte ise, bireyden topluma, en küçük sosyal gruptan devletin kurumlarına kadar herkese ilgilendiren ve yerine getirmesi gereken sorumluklar vardır. İnsanın kendisini sevmesi ile başlaması sanırım uygun bir başlangıç olabilir. Kendini seven ve bağışlayan başkalarını da sevip bağışlayabilir.

Burada dikkat edilirse, şiddet olgusu bir sonuç olarak değil, varoluş koşulları açısından betimlenmektedir. Bu betimleme anlama çabasıdır. Her anlam kendi bağlamı içinde analiz edilebilir.

Anlamak mı Anlamlandırmak mı?

Ä°nsanı anlamak mı anlamlandırmak mı gerekir? Günlük dilde kolaylıkla dile getirilen “anlıyorum” ifadesi göstermeliktir. Durumu geçiÅŸtirmek anlamına gelebilir. Çünkü bir insanı anlamanın yolu, onu doÄŸduÄŸu andan itibaren fırlatıldığı sosyo-kültürel, politik ve ekonomik koÅŸullarını bilmek ve onları analiz etmekle mümkün olabilir. Bu tür anlama etkinliÄŸini ancak ilgili kiÅŸiyi doÄŸduÄŸu andan itibaren bilen, gözleyen, dinleyen, analitik düşünen bir anne, baba veya kardeÅŸ yapabilir. Üçüncü kiÅŸilerin yapabileceÄŸi ise anlamak deÄŸil anlamlandırmaktır. Çünkü anlamlandırmada kendimizi de iÅŸin içine katmış oluruz. ÖrneÄŸin “Orhan Pamuk”un düşüncelerini anlamıyorum dediÄŸimde onun varolduÄŸu yaÅŸam koÅŸullarını bilmediÄŸimden bahsediyorum. Ama “Orhan Pamuk”un düşüncelerini anlamlandırabiliyorum dediÄŸimde üçüncü kiÅŸi olarak yaÅŸamsal birikimimi de iÅŸin içine katmış oluyorum. Dolayısıyla, anlamlandırmak öznel bir zihinsel tasarım olarak ortaya çıkmış olur. Oysa anlamak yukarıda betimlenen ÅŸekli ile nesnel bir zihinsel tasarımdır. ÖrneÄŸin, yukarıda ÅŸiddet olgusunu anlamaya çalışmadım, anlamlandırmaya çalıştım.

Evreni anlamlandırmak denildiğinde de aynı şeyi kastetmiş oluruz. Evreni anlamak nesnel, anlamlandırmak özneldir.

Üçüncü kişi olarak anlamlandırdığım üzerine düşünürüm. Zaman ve mekânla bağlantılı olarak anlamlandırma etkinliklerim değişebilir. Dolayısı ile 1 yıl sonra bu yazıya dönüp baktığımda çoğu yerini beğenmeyebilir, kısmen veya tamamen değiştirebilir ya da yırtıp çöpe atabilirim. Burada bir anlam kayması oluşmuş olmaz burada yeni bir anlamlandırma çabası ortaya çıkmış olur.

İnsanı anlama dediğimiz etkinlik de böyledir. Yani insanı ve insanla ilgili olanları anlamlandırdığımız için uzay-zamanda, görüşlerimiz değişebilir. Eğer öyle olmasa idi hala sadece ilkokul arkadaşlarımla arkadaşlık etmeye devam ediyor olurdum.

Eşler arası ilişkilerde de aynı sorun olduğu görülmektedir. Eşler birbirini anlamlandırmak yerine anlamaya çalışıyorlarsa, zamanla anlam kaymaları ortaya çıkmakta ve bunlar ilişkilerin tükenmesine yol açabilmektedirler. Sağlıklı evlilik ilişkileri için anlamaya değil anlamlandırmaya gereksinimimiz vardır. Yani karşımızdakini, kendimizi de işin içine katarak anlamaya çalışmalıyız. Yani karşılıklı empati yoluyla, tek yönlü empati anlama çabası olarak, karşılıklı empati ise anlamlandırma çabası olarak düşünülebilir.

Mehmet YAPICI

(Visited 6 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 12.12.2008 tarihinde Sema tarafından, YaÅŸam Koçu | Daha Kaliteli Bir YaÅŸam İçin bölümünde paylaşılmıştır ve 318 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 0 adet mesaj daha bulunmaktadır.

İnsanı Anlamanın Kökenlerine Dair Bir Analiz | Mehmet Yapıcı orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleKaliteli Olmak | Herkesin Dilindedir Bu Sözcük, Dilindedir De Nedir Kaliteli Olmak? Sonraki MakaleAtatürk Günlüğü - Today | 4 Aralık - December

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz