Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Halikarnas Balıkçısı – Turgut’un Topları, Akdeniz’de Gürlüyor | Turgut Reis – Cevat Åžakir KabaaÄŸaçlı


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 25.12.2008 tarihinde Hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 378 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Halikarnas Balıkçısı

Turgut’un Topları, Akdeniz’de Gürlüyor


Turgutca kayığa varınca EÄŸribozlu Murat’ı, Tahtabacak’ı ve Tahtabacak tarafından Halikarnas’tan getirtilen üç delikanlıyı, yani Koca Yunusu, Sarı Hamit’i, AteÅŸ YaÅŸar’ı karavellada buldu. EÄŸribozlu Murat, alabandaya dayanmış, çocuÄŸu koynunda kıyıda gözlerini silen karısı Güllüye “Vallahi de billahi de inÅŸallah yakında geleceÄŸim! AÄŸlama be! Haydi eve dön. Evde canın sıkılırsa Turgutcagillere taşın” diye bağırıyordu. Fakat üzgün olduÄŸu belliydi.

Tahtabacak da üzüntüsünü gizlemek için piÅŸtov patlatacakmış gibi kaÅŸlarını çatıyor ve Turgutca’ya:


“Yaraya en etkili ilaç kantoron çiçeÄŸi yağıdır. Ben Emine bacıya toplattırdım ve kendi elimle kaynattım. Dikkat et de, gemi yalpa vururken, ÅŸiÅŸe kırılmasın. Unutma! Yalpada niÅŸanı al, güverte dümdüz olunca kibriti fınya deliÄŸine deÄŸdir” diye, bir türlü öğüdün ve sözün arkasını getiremiyordu.

On, on beÅŸ dakika sonra demir alma iÅŸareti verildi. Bir “Heyemola!” narası yükseldi. Tahtabacak acele ile çekilen sandalın içinde karaya götürülüyordu. KaÅŸları hâlâ çatık, sakalı titriyordu. Bir deniz türküsünün temposunda demir locaya alınıp baÄŸlanıyor, gemi uçmak üzere olan bir kuÅŸun kanat çırpması gibi yelkenlerini silkip açıyordu.

Rüzgâr kıyıdandı. Yarım saat sonra Sıralovaz arkadaki ufka alçak bir dağ kalabalığı halinde sindi. Turgutca yaradılışının özgür göğü altında serbestti.

Dünya artık onundu. Tuzlu rüzgârı, açık burun deliklerinden derin derin içine çekiyordu. Pupa yelken Çatal’ları, Leros’u aÅŸtılar. Ä°skenderiye’ye doÄŸru volta vurmaya koyuldular. Fakat rüzgâr, kesildi. Gemi, denizde bir gemi resmi imiÅŸ gibi günlerce kımıldamadı.

Turgutca, nöbetçi olmadığı zaman baştan kıça geziyor, her topu, her kaplama tahtasını, her iskarmozu ayrı ayrı muayene ediyordu. Bu arada gemidekileri de tanımıştı. Kendisi, Eğribozlu Murat, üç Halikarnaslı ve evvelce gemide bulunan yedi tayfayla on iki denizci oluyorlardı. Topçubaşıları denizci değil, fakat kara topçusu idi. Gemi bir ambarlı idi. Başta ve kıçtaki dört büyük toptan başka her bordasında onar topu vardı. Bu toplardan başka kayıkta on beş kadar arkebüz vardı. Herkesin okları, yayları, kılıçları ve bazılarının fazla olarak baltaları, topuzları, kulaklı bıçak ve yatağanları vardı. En ağır savaş aleti, Halikarnaslı Koca Yunusun lobuduydu. Bu silah, iki ucu ağır topuzlu bir zincirdi. Yunus zinciri orta yerinden tutuyor ve iki topuzu başının üzerinde çark ettiriyordu. Fakat bu aleti kullanmak için Koca Yunus gibi iki buçuk arşın boyunda bir dev olmalı idi.

Denize açıldıklarından on gün sonra kıble rüzgârı almaya başladı. Gemi gene güneye doğru voltaya çıktı. Öğle vakti ufukta bir gemi görüldü. Yanaşılınca onun Sen Jan şövalyeleri tarafından zaptedilmiş olan ve şimdi kendileri tarafından kullanılan hem kürek hem de (kadırgaları gibi Latin yelken değil) tam yelken kullanan bir gemi olduğu anlaşıldı. Kerim Ağa, on iki denizcisini kamarasına çağırdı ve gemiye saldırmak fikrinde olup olmadıklarını sordu.

Koca Yunus hemen ortaya atılarak kendisi gemide bir başına da olsa hemen hücum edip evvel Allah kâfirin kayığını batıracağını o tok sesiyle ilan etti. Kendi dediklerine tamamen inandığı da söyleyiş tarzından besbelliydi. Onun meydan okuyucu heyecanının rüzgârına tutulan sekiz denizci de hemen ondan yana çıktılar. Turgutca, geminin boyuna göre, içinde birkaç yüz savaşçı olacağını, şimdi kıt rüzgârla hem yelkenlerini, hem de küreklerini kullanarak Kerim Ağanın kayığından daha güzel manevra edebileceğini söyledi. Bu taraflarda ve bu mevsimde kıble rüzgârının aksama doğru sertleşmesi ihtimalinin pek büyük olduğunu, bu takdirde Rodoslu geminin, küreklerini kullanamayacağını ve alt ambarda, su kesiminden az daha yüksekte olan borda toplarının lombarlarından dalgalar gireceği için onları da kapalı tutmak zorunda ve bundan dolayı da bordalarının alt toplarının muattal kalacağını söyledi. Bu duruma göre düşmana, olabildiğince geç vakit, uzak menzilden top ateşiyle dövüldükten, direkleri ve kürekleri kırılıp da alaşağı edildikten, savaşçısı çoksa, onlara da ağır zayiat verildikten sonra rampa edilmesi gerektiğini söyledi. Bu sefer bütün denizciler bir ağızdan ona hak verdiler.


Turgutca:

“Daha uzaktayız. Ona akÅŸam vaktinden önce yanaÅŸmak istemiyorsak yolumuzu kısmalıyız. Yani yelkenlerimizi camadana vurup kısaltmalıyız. Fakat biz bunu yapınca düşman korktuÄŸumuzu sanacak. Belki de o zaman geri dönüp bize saldırır.”

Kerim AÄŸa: “Yelkenlerimizi toplamadan yolumuzu azaltmak için ne yapacağız?” dedi.

Turgutca, “Åžunu bunu iplerle baÄŸlayarak, arkamızdan denizde sürükleriz. Kayık bizi çoktan görmüştür, eÄŸer bize saldırmak niyetinde olsaydı hemen yol bozar, üstümüze davranırdı. Düşman savaÅŸmak istemiyor, belki de savaşçıları az,” diye anlattı.

Koca variller ve ambar kapakları halatlarla sıkı sıkıya bağlanarak geminin kıçından denize atıldı. Onları suları köpürte köpürte çekiyordu. Geminin yolu hemen yarıya düştü.

Ä°ki gemi, yani Sen Jan şövalyelerinin haçlı bayrağını taşıyanı önde ve Kerim AÄŸa’nın sancak göstermeyen yelkenlisi yedi mil arkada, Ä°stanköy’ün güneyinde, bin yüz metre yüksekliÄŸindeki yalçın daÄŸların eteklerini kıyılayarak batıya doÄŸru gidiyorlardı.

Sen Jan tarikatının Ä°talyan şövalyelerinden Renato di Castel Fidardo, Patmos kalesinin üç aylık masraflarını karşılayacak olan sekiz yüz elli altın dukatı ve ÅŸatonun kumanyasını Rodos’tan Anunziata gemisine yüklenmiÅŸ ve Rodos’un Trianda iskelesinden uygun hava ile yola çıkmıştı. Yüz yirmi kürekçi forsadan baÅŸka, yalnız yüz elli savaşçı almıştı. Daha fazlasını almaya gerek yoktu. Çünkü şövalyeler oraların kıyılarını yakıp yıkarak ve denizde kendilerinden baÅŸka bayrak gezdirmeye kalkışanları hemen batırarak veya zaptederek dehÅŸet salmışlardı. Sen Jan’ın haçlı bayrağını gören her gemi, yılıp kaçıyordu. Fakat daha fazla silahÅŸor alması gerekseydi bile, şövalye Renato onları gene de almayacaktı. Çünkü her adada ve kıyının her önemli yerinde Sen Jan tarikatının kaleleri vardı. Dövüşmek zorunda kalmadan bunların birinden ötekine hoplamak pek kolaydı. Şövalye özellikle bu seferde kayığın pek kalabalık olmasını istemiyordu. Çünkü metresi Madamigella Maria del Piore de gemide bulunuyordu.

Gerçekten Sen Jan şövalyeleri bekâr kalmak yeminini alıyorlardı. Fakat bu bekârlık andları, sırf şövalyelerin tarikata vakfettikleri emlaklarının miras olarak evlatlarına geçmemesi içindi. Ne var ki Sen Jan şövalyelerinden önce Templiler şövalyelerini yıkmış olan sefahat, ÅŸimdi Sen Jan’lılarda yayılmaya baÅŸlamıştı. BaÅŸta “Grand Maitre”ler, hemen hemen hepsinin birçok metresleri ve bir sürü de piçleri vardı. Piçler, babalarını “amca” diye, babalar da piçlerini “yeÄŸenim,” diye anıyorlardı.

Şövalye Renato, geminin kıç kasarasındaki kamaralarını Ä°talyan ustalarına yaptırmıştı. Gemi kıçının bütün eni, birbirine açılan üç oda tarafından iÅŸgal ediliyordu. Savaşçılar ambarlarda birbirinin üzerinde sardalya istifi tıkılabilirlerdi. Fakat gemiye komuta edecek şövalyeye özgü geniÅŸ dairelerde dinlenme yer ve araçlarının hiçbiri eksik deÄŸildi. Çünkü orada şövalyenin, “amie”si, dairesi, bir komutana yaraşır vekar ve sadelikte deÄŸil, fakat hoppa bir kadının hoÅŸuna gidecek yumuÅŸak ipek yastıklar ve perdelerle, Ä°talyan üslubunda Ä°talyan lüksüylü süslenip püslenmiÅŸti.

Öğle vakti idi. Şövalye en geniş kamarasının bir yanına uzanmış, Maria del Piore ise uzun sarı saçlarını çözmüş, ayakta duruyordu. Şövalye:

“Bu sıcak havada neden elbisenle, rahatsız oluyorsun güzelim? Soyunsana!” dedi.

Mariya da elbiselerini, birer birer çözüp yere düşürmeye başladı. Nihayet, tek örtüsü, kalan saçlarıyla dineliyordu. Şövalye el çırparak alkışladı.

“Bravo! Bravo, proprio L’Afrodite di Boticelli.” -Aferin, aferin, tıpkı Botiçelli’nin Afrodit’i- dedi.

Tam o sırada kapı çalındı. Şövalye, her ne sebeple olursa olsun rahatsız edilmemesini sıkı sıkı tembih etmiÅŸti. Hangi edepsiz çalıyordu? Şövalye, Meryem Anaya ve diÅŸi veya erkek ne kadar havari ve azize varsa topuna da bastı küfürü, sonra kadına “Siz rahatsız olmayınız, ben öteki odamın kapısından konuÅŸurum,” dedi.

Dışarı çıkınca geminin ikinci subayı, ne milletten olduğu belirsiz bir geminin arkalarından pupa yelken gelmekte olduğunu söyledi. Şövalye dişlerinin arasından küfür ede ede yukarıya çıktı ve iki tayfanın dürbünlerle direk uçlarına çıkmalarını emretti. Gemiciler direğe tırmandılar. Şövalye yukarıdaki gemicilere iki avcunun arasından bağırarak, geminin ne milletten olduğunu sordu. Ta yukarıdan bir ses:

“Karavellaya benziyor!” diye cevap verdi.

“Bayrağı ne?”

“Görünmüyor!”

Şövalye, “Bu fena iÅŸte!” dedi. Sinirli sinirli ÅŸimdi kılıcının sapındaki sırmalı saçakları, sonra bıyık ve zımba sakalını çekiÅŸtirdi. Sonra yanındakilere, “Çatışacağız galiba!” dedi. Yukarıya, “Yolu nasıl?” diye sordu. Yukarıdan, “Bizden yollu” diye cevap verildi. Cunda yelkenlen de dahil, ne kadar yelken varsa hepsinin açılmasını emretti. Yelkenler açılınca direkleri öne eÄŸildi. Gemi sulara daha fazla yaslandı. Biraz sonra arkalarından gelen gemi iyiden iyiye gözükmeye baÅŸladı. Şövalye, “Amma da yollu ÅŸey yahu! Dövüşmek zorunda kalacak gibiyiz. Topları hazırlayınız, herkes yerine,” diye emirler vermeye baÅŸladı.

Her topun başına dörder topçu, ikişer barut taşıyıcı toplandı. Gemi marangoz ve marangoz çırakları, kırılıp çatlayacak yerleri onarmak üzere aletleriyle yerlerine geldiler. Savaşçılar, savaş güvertesinde toplandılar, sekiz dokuz kişi de ellerindeki kum dolu kovalardan güvertelere kum serpiyorlardı. Bundan amaç gemiciler çıplak ayakla koşarken ayaklarının, dökülen kanlar dolayısıyla kaymaması idi.

Şövalye Renato aÅŸağıya indi ve Maria del Piore’ye, “Ah dostum, kısa bir süre için top sesleriyle rahatsız olacaÄŸa benziyorsunuz. Fakat önemsiz bir iÅŸ, yarım saat içinde hallediveririz; ondan sonra denizde seviÅŸmenin, karadakinden daha hoÅŸ olduÄŸunu birbirimize ispata devam ederiz,” dedi.

Sonra yanıbaşındaki kamarasına geçerek zırhlarının giydirilmesi için uşağını çağırdı. Zırhlarını giydi. Miğferlerinin tepesinden, Castel Fidardo hanedanının simgesi olan koca bir gümüş kuğu, boynunu yukarıya uzatıp öne bakıyordu.

Halis Milano çeliğinden yapılma zırhlarını giydikten sonra gene dışarıya çıktı. Fakat peşlerindeki kayık pek arkalarında kalmıştı.

Şövalye yanındakilere:

“Galiba fazla yelken açmakla bu oyun bozan kayıktan uzaklaşıyoruz. Bize yetiÅŸemeyeceÄŸi anlaşıldı. SavaÅŸmak zorunda deÄŸiliz, herkes yerli yerine dağılsın,” dedi ve aÅŸağıdaki Maria del Piore’nin yanına indi.

Kerim AÄŸa’nın karavellasının yüksek kıç kasarasından Turgutca, ilk avına bakan genç kartal gibi kara ve derin gözlerini Rodoslu gemiden ayırmıyordu, içindeki deniz kurdu yavaÅŸ yavaÅŸ uyanıyordu. Zekâsı ve duygusu, o Rodoslu gemiyi zaptedeceÄŸini kendisine müjdeliyordu.

“ZaptedeceÄŸini” yani, “kendisinin zaptedeceÄŸini,” dedik. Çünkü Turgutca’da kanun ve itaat nedir bilmez serazad insanların gözlerini hayranlıkla kamaÅŸtıran, onların güvencini hemen kendi ÅŸahsına baÄŸlayan, yaradılış vergisi bir hüner, bir bilgi ve duygu vardı. Dimağının ve gönlünün bu büyüsü, baÅŸkalarının zaafını bile kendi iradesine göre yuÄŸurup onlara en faydalı ÅŸekli veriyor ve baÅŸarıyı onların binlerce elleri, sanatları ve cesaretleriyle saÄŸlıyordu. Turgutca kayığa birkaç hafta önce pek genç bir tayfa, bir gemici olarak girmiÅŸti. Fakat ÅŸimdi görünüşte gene bir gemici kalmış olmasıyla beraber, gerçekte karavellanın rütbesiz ve unvansız reisi idi.

Turgutca, Rodosluya bakar dururken, birdenbire gülümsedi.

Yanında duran EÄŸribozlu Murat’a:

“Herif bizden korkuyor. Cunda yelkenleri fora etti. Rüzgâr da gitgide koyuyor. Bu gemi, ya Leros Adasındaki veya Patmos’daki kalelere gidiyordu. Ä°stanköy burnunu dolaşır dolaÅŸmaz dalına binmeliyiz,” dedi.

GüneÅŸin batmasına bir buçuk saat kalınca Rodoslu, Ä°stanköy’ün batı burnuna bir buçuk mil kadar yanaÅŸmıştı. Kerim AÄŸa’nın gemisi ise onun iki buçuk mil arkasından geliyordu. Turgutca, Kerim AÄŸa’dan denizde sürüklenmekte olan ağırlıkların yarısının kaldırılmasının rica etti.

Kerim AÄŸa’ya:

“Rodoslu burnu dolaşır dolaÅŸmaz artık bizi göremez, o zaman geri kalan ağırlıkları da kaldırırız. Herif burnu dolaÅŸtıktan bir çeyrek saat sonra biz de ona yakın mesafede burnu dolaşır ve meydana çıkar ve birdenbire ateÅŸ açarız,” dedi.

Biraz sonra Rodoslunun pruvası kuzeye doÄŸru döndü. Turgutca, “Rüzgâr gitgide canlanıyor. Åžimdi o burnun karantisine düşecek. Yolu kesilecek, biz ise tam yolla gideceÄŸiz,” dedi. O sırada Rodoslu burnu döndü. O zaman geminin kıçındaki bütün ağırlıklar kaldırıldı. Ä°skele kıç omuzluÄŸundan rüzgârı alan geminin baÅŸ sancak omuzluÄŸu köpüklere gömülüyordu. Turgutca bir topçuların başına, bir Kerim AÄŸa’ya ve bir de serdümenin yanına koÅŸuyordu, âdeta geminin canı olmuÅŸtu.

Serdümene:

“Burnun ucuna varır varmaz yekeyi birdenbire sancaÄŸa bas. Ben doÄŸdum doÄŸalı Sıralovaz’dan dikkat ederim. Burun sivridir. Åžimdi de burnun iki yanında doÄŸu rüzgârı esiyor. Burnu bir de kavanço edersen, burnun alt tarafında rüzgârdan aldığımız hızla yürür, burnun üst tarafındaki rüzgârı kaparız. Oysa adanın karantisi burnun açığına vurur; Rodoslu da mutlaka o karantinin rüzgârsızlığı içindedir. Çünkü burnu açıktan dolandı,” diyordu. Serdümen bu genç korsanın dediÄŸini doÄŸru buluyordu:

Ona “Sen merak etme, öyle yaparız, yalnız topçularımızın niÅŸancılığına pek bel baÄŸlayamıyorum,” diyordu.

Bu sefer Turgutca, Kerim Ağa ile birlikte topçuları gezdi. Baş kasaradaki ve iskele bordasındaki toplara zincir takıldı. Sancak bordasındakilere de gülle kondu.

Aradan çok geçmeden burna varıldı. Serdümen tam istendiÄŸi gibi dümen kullandı. Rodoslu birdenbire göründü. Görünmesiyle beraber Kerim AÄŸa’nın baÅŸ kasarasındaki toplar ateÅŸ açtı. Fakat bu ateÅŸte isabet yoktu. Turgutca hemen baÅŸ kasaraya koÅŸtu. Topçu -elinde yanmış kibrit,- yamak, çırak ve savaşçılara:

“Ä°nsan iÅŸbaşında iken konuÅŸulmaz. Ä°ki keredir ateÅŸ ediyorum da vuramıyorum. Karışmayın hele siz,” diyordu. Alnından terler akıyordu. Turgutca’yı görünce, gözlerinde bir sevinç parladı.

Ona:

“Sen, gündüzün gözlerinin iyi gördüğünü söylüyordun. Åžimdi ispat et bakalım,” dedi.

Top dolu idi. Turgutca niÅŸan aldı. Daha gemi burnun üst tarafındaki rüzgârı alamamıştı. Fakat rüzgârsız dalgaların üzerinde ağır ağır sallanıyordu. Turgutca top lombarlarından dikkatle düşmana bakarak, elindeki kibriti yavaÅŸ yavaÅŸ topun falya çanağına yanaÅŸtırıyordu. Herkes pür dikkat, göz kapaklarını bile kıpırdatmıyordu. Uyumakta olan koca top nerede ise uyandırılacaktı. Turgutca kibriti deÄŸdirdi. Topun aÄŸzından ta uzaklara alev sıçradı. Koca top geri tepti ve zincirlerini ÅŸakırdatarak tarttı. Havayı yıldırım gibi yarıp uçan zincirler, Rodoslunun grandi direÄŸini güvertenin biraz üstünden alaÅŸağı etti. Gabya sereni, denize düşürken küreklere çarpıp sancak küreklerinin çoÄŸunu saman çöpü imiÅŸler gibi kırdı. Bunu görenler bir mucizeyi seyretmekte olduklarını sandılar. Topçu hüngür hüngür aÄŸlayarak Turgutca’yı alnından öptü. Turgutca gülerek ve ortadaki topun yanı baÅŸlarındaki iki topa iÅŸaret ederek, “Bunlar hazır mı?” diye sordu Hazır olduklarını duyunca onların da başına geçti. Çıraklar, aÄŸzından hâlâ duman çıkan topu temizleyip silmeye koyuldular. Turgutca gene kibrit elde niÅŸan alıyordu ve niÅŸanı yalnız gözleriyle deÄŸil, gönlü ile ve bütün varlığı ile alıyordu. Öyleki; gözlerini kapasaydı bile düşmanı hemen hemen gönül arzusu ve o arzunun arayışı ile vuracak gibiydi. Toplardan gene alev dilleri fırladı. Bu sefer pruva direÄŸinin üst çubuÄŸu denize uçtu. Turgutca oradakilere:

“Siz doldurunuz. Gemi dönüyor, ben iskele bordasındakilere koÅŸup geleceÄŸim,” diye bağırdı.

Bu arada düşmanın bordasında da birbiri arkasına duman bulutlan fırladı. Birkaç zincir parçası karavellanın sağında solunda, denizden minare boyu köpük sütunları kaldırdı. Kalkan sular bir an uzun uzun fısıldayarak denize düşüyorlardı. Turgutca içinden, “bunlar da galiba kuturu top atıyorlar,” diye düşündü.

Rodoslu rüzgâr tarafından yavaÅŸ yavaÅŸ açığa sürülerek artık karantiden çıkmış, dalgaların arasında inip çıkmaya baÅŸlamıştı. Burnun üst tarafından, yani Sıralovaz’la Ä°stanköy arasındaki kanaldan ÅŸiddetle esen rüzgâr, gündüzün Gökova körfezinde toplanmış olan buÄŸuları bulut bulut batıya sürüyordu. Karavellanın istediÄŸi gibi manevra etmesine karşılık Rodoslu zelzeleye tutulmuÅŸ koca bir ahÅŸap yapı halinde yuvarlanıyordu.

Güneş battı. Top ateşi, sisler ve denizin dalgaları üzerinde fişekler gibi aksediyor; üzerlerini kıpkızıl aydınlatıyordu. Her gürleyişin aksinde, etraftaki dağlar bir bir cevap veriyorlardı.

O gece uzakta, KarabaÄŸ kuyılarında Turgutca’nın anasının iÅŸitip de, fırtınada ÅŸimÅŸek sandığı gürültüler, Turgut Reis’in kendi eliyle düşmanın üzerinde birbiri arkasına boÅŸalttığı güllelerdi.

Düşman pek fena hırpalanmıştı, fakat karavella da bu işten tamamen hasarsız çıkmış değildi. Gerçi yelkenlerinin hiçbiri koparılıp tamamıyla denize uçmuş değildi, fakat bazıları rüzgârı tutmayacak surette kalbura dönmüş, çarmık ve apli iplerinin çoğu da koparılmıştı. Bundan başka beş altı şehit ve on kadar da gazi vardı.

Güneş battıktan iki üç saat sonra karavella, Rodoslunun rüzgâr üstünden gelerek, büyük çatırdıyla onu rampa etti. Rodosluların maneviyatı bozulmuştu. Fakat karavellanın yanaşmakta olduğunu görünce sancak alabandalarında cesaretle toplandılar ve gemi yanaşınca hücuma kalkıştılar. Top sesi kesilmiş, artık oklar ıslık çalarak uçmaya, arkebüzler de patlamaya başlamışlardı. İki taraf boğazlaşırken, yukarıda gökte başka bir olay oluyordu. Kopmuş olan direk ucundan sarkan iplerin uçları direk sahanlığına alınmıştı. Turgutca ile dokuz denizci (şehit oldukları takdirde gemiyi kullanmaları için iki denizciyi geride bırakmışlardı) ve çevikliklerine güvenilir birkaç da savaşçı, bu iplerin uçlarına tutunarak ve sahanlığın kenarına bir tekme vurarak, saat rakkasının ucundaki ağırlıkmış gibi sallanınca, aşağıda dövüşen düşmanın başları üzerinden geçip onların arkasına, yani Rodoslunun güvertesinin iskele tarafına düştüler.

Bunların ilk işleri forsa vardiyalarını bulmaktı. Bunların bulunmalarıyla haklarından gelinmeleri bir oldu. Bellerindeki forsa anahtarlarının ele geçmesiyle, forsaların çözülmesi de gecikmedi. Kürek çekmekle pazıları çelikleşmiş forsalar, kendilerini serbest bulunca zincir parçaları, demir çubukları gibi ellerine geçirebildikeri ağır şeylerle ve denizcilerle birlikte düşmana arkadan hücum ettiler.

Ä°ÅŸte o zaman Koca Yunusun lobudu, bir ölüm feleÄŸi kesilmiÅŸ ve şövalye Renato di Castel Fidardo’nun miÄŸferine yanlamasına deÄŸince, halis Milano çeliÄŸinden olan miÄŸferden kıvılcımlar savrulmuÅŸ ve Fidardo hanedanının simgesi gümüş kuÄŸu, soluÄŸu ArÅŸipel’in otuz kulaç derinliÄŸinde almıştı. Gece ortasına doÄŸru silah ÅŸakırtısı da sustu.

Turgut Reis

Cevat Şakir Kabaağaçlı

(Visited 1 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 25.12.2008 tarihinde Hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 378 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 2 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Halikarnas Balıkçısı - Turgut\'un Topları, Akdeniz\'de Gürlüyor | Turgut Reis - Cevat Şakir Kabaağaçlı orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki Makale[Kimya] Hidrometalurji Nedir? | Hidrometalurji temel olarak, sıvı kimyasalların kullanılmasıyla uygulanan ekstraktif metalurji yöntemlerden biri.. Sonraki Makale[Ä°lk Yardım] Kalp Krizi Durumunda Yapılması Gereken Tıbbi Müdahaleler

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz