Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Kütük | Ömer Seyfettin


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 20.12.2007 tarihinde hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 14745 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Kütük

Alacakaranlık içinde sivri, siyah bir kayanın belli belirsiz hayali gibi yükselen Åžalgo Burcu uyanıktı. Vakit vakit inlettiÄŸi trampete, boru seslerini akÅŸamın hafif rüzgârı derin bir uÄŸultu halinde her tarafa yayıyor… Kederli bağırışmalarıyla ölümü hatırlatan küfürbaz karga sürüleri, bulutlu havanın donuk hüznünü daha beter artırıyordu. Mor daÄŸlar gittikçe koyulaşıyor, gittikçe kararıyordu. Yamaçlardaki dağınık gölgeler, kuÅŸsuz ormanlar, hıçkıran dereler, kaçan yollar, ıssız korular, sanki korkunç bir fırtınanın gürlemesini bekliyorlardı.


Burcun tepesinde beyazlı siyahlı bir bayrak, can çekiÅŸen bir kartal ıstırabıyla, kıvranıyordu. Ä°ki bin kiÅŸilik muhasara ordusunun çadırları, kaleye giden geniÅŸ yolun sağındaki büyük diÅŸbudak aÄŸaçlarının etrafına kurulmuÅŸtu. Yerlere kazıklanmış kır atlar, yabancı kokular duyuyor gibi, sık sık baÅŸlarını kaldırarak kiÅŸniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı. Dallarda kırmızı çullar, sırmalı eÄŸerler asılı duruyordu. Cemaatle kılınmış akÅŸam namazından dağılan askerler, çadırların arasından gürültü ile geçiyorlardı. Kısa emirler, çağırılan isimler, bir kahkaha, bir söz… baÅŸlayacak suskunluÄŸu bozuyor, atların yanında itiÅŸen birkaç gencin ÅŸen naraları duyuluyordu. Çifte direkli yeÅŸil çadırın kapısı önüne serilmiÅŸ büyük bir kaplan postu üzerinde kehribar çubuÄŸunu fosur fosur çeken koca bıyıklı, iri vücutlu, ateÅŸ nazarlı ÅŸair kumandan, gözlerini, alacağı kalenin sallanan bayrağına dikmiÅŸti. Karşısında diz çökmüş kâhyasının anlattıklarını dinliyordu. Ordugâha yarım saat evvel dörtnala gelen bu adam, yaÅŸlı, ÅŸiÅŸman bir askerdi. Ä°ÅŸte kaç hafta oluyor, kumandanının “Göndersdref Baronu Erasm Tofl’u beraber vurmak” teklifini içeren mektubunu tek başına, Hadım Ali PaÅŸa’ya götürmüştü. Ama, paÅŸa çok meÅŸguldü. Zaman bulup cevap verememiÅŸti. Dregley Kalesini sarıyordu. KuÅŸatmanın baÅŸlangıcından sonuna kadar hazır bulunan kahya, ÅŸimdi orada gördüklerini söylüyordu; bu kale sarp, gayet dik bir kayanın üzerine yapılmıştı.

Arslan Bey sordu:

“Bizim kaleden daha yüksek mi?”


“Daha yüksek beyim.”

Kumandanın, “Bizim kale” dediÄŸi, henüz çırpınan bayrağına hasretle baktığı Åžalgo Burcu idi. Fakat o, burasını birkaç gün içinde zaptedeceÄŸini iyice biliyordu. Daha birkaç hafta önce Boza Kulesi’nde hücumlarına karşı durmak isteyen Adrenaki, Mihal TerÅŸi, Etiyen SoÅŸay, nasıl kendisine kuleyi teslim etmiÅŸler; nasıl kahramanlığını, cesaretini alkışlayarak iyi davranışına teÅŸekkürler ederek çekilip gitmiÅŸlerdi…

“Ben, bir kalenin karşısında çok duramam” dedi, “Hiç sabrım yoktur. Ama Ali PaÅŸa çok sabırlı maÅŸallah!”

Kâhya başını kaldırdı:

“O da sabırsız… Ama ne yapsın? Dregley, pek yalçın, pek sarp… Borsem DaÄŸları içinde baÅŸ kale bu imiÅŸ diyorlar.”

“PaÅŸa, muhafızlara önce teslim teklif etmedi mi?”

“Etti. “


“Kabul etmediler mi?”

“Hayır, etmediler.”

“Kalenin kumandanı kimdi?”

“Zondi isminde bir kahraman…”

“Ben onların kahramanlıklarını bilirim. Verdikleri sözü tutmazlar… Vire’yi bozarlar. Elçiye hakaret ederler.”

“Hayır, Arslan Bey, Zondi bildiklerinizden deÄŸil. Çok mert bir adam. “

“PaÅŸa, teslim teklifini kiminle gönderdi?”

“Papaz Marten Uruçgalo ile…’

“Ne ise… Türk elçi gönderseydi, mutlaka kafasını keserler, kale bedenlerinden aÅŸağı fırlatırlardı.”

“PaÅŸa Türk elçisi gönderseydi, Zondi bunu yapmazdı.”

“Ne biliyorsun?”

“Papaz Marten’e söylediÄŸi sözlerden anladım?

“Ne demiÅŸ?” .

“DemiÅŸ ki; git, paÅŸaya söyle. Bana teslim teklif etmesin. Bir askere bundan büyük hakaret olamaz. O nasıl savaÅŸ adamı ise, ben de savaÅŸ adamıyım. Ya ölürüm, ya galip gelirim. Ama görüyorum ki, benim iÅŸim bitti. O durmasın, bütün kuvvetiyle hücum etsin. Ben mutlaka, yıkılacak kalenin taÅŸları altında kalmak isterim.”

“Sahi, namuslu bir askermiÅŸ…” Kâhya;

“Yalnız namuslu bir asker deÄŸil, Arslan Bey” dedi, “Hem de gayet yüce ruhlu bir mert.”

“Nasıl?…”

“Bakın anlatayım. Papaz Marten, ordugâha ret haberini getirmek için dönerken, Zondi onu tutmuÅŸ. Eskiden esir aldığı iki Türk delikanlısını yanına getirmiÅŸ. Bunlara gayet kıymetli erguvani elbiseler giydirmiÅŸ. Ceplerini altınla doldurmuÅŸ. ‘Al bunları paÅŸaya götür. Benimle beraber ölmelerini istemiyorum. Çok yiÄŸit gençlerdir. Terbiyelerine dikkat etsin. Devletine iki büyük asker yetiÅŸtirmiÅŸ olur’ demiÅŸ.”

“Sahi yüce bir adammış…”

“Sonra, elimize diri geçen esirlerden iÅŸittik: Kalenin avlusuna silahlarını, gümüş takımlarını, en kıymetli eÅŸyalarını yığarak, yakmış. Ahırındaki savaÅŸ atlarını, aÄŸlayarak, kendi eliyle öldürmüş. Son hücumda bizim asker, kalenin kapısını zorladı. Kırdı. Yeniçeriler, bir kurÅŸunla yaralanan Zondi’yi diri diri yakalamaya çok çalıştılar. Ama mümkün olmadı. O, diz üstü sürünerek, her tarafı kılıçla, mızrakla delik deÅŸik olup, ölünceye kadâr vuruÅŸtu.”

“Demek paÅŸa, bu mert düşmanla konuÅŸamadı.”

“Evet, konuÅŸamadı. Vücudu ile kesik başını kalenin karşısına gömdürdü. Mezârının üstüne bir mızrak, bir bayrak dikilmesini emretti.” ‘

“AÅŸkolsun! Ben olsam bir türbe yaptırırım vallahi…”

Arslan Bey, düşmanın cesurunu, kahramanını, yılmazını severdi. Onca, savaÅŸ bir mertlik sanatıydı. Düşman ordusundan kaçıp, kendisine iltica edenlere hiç aman vermez, ‘Hain, her yerde haindir’ diye hemen boynunu vurdururdu.

Ortalık bütün bütün kararıyor, gece oluyordu.

Kâhya, uzun uzadıya anlattığı Dregley Kalesi’nin hikâyesini hâlâ bitiremiyordu. Yatsı namazı için aptes suyu taşıyan angaryacılar, meÅŸalelerle geçmeye baÅŸladılar. Arslan Bey, Åžalgo’nun, ıslanmış, hasta, ateÅŸböcekleri gibi sönük sönük parlayan ışıklarına bakıyor, kâhyanın sözlerini iÅŸitmeyerek, kendi planını düşünüyordu. O biliyordu; düşmanların hepsi Zondi gibi, Plas Batanyus gibi, Lozonci gibi kahraman deÄŸildi. İçlerinde tavÅŸan kadar korkakları da vardı. Mesela Seçeni Kalesi’nin muhafızları, daha Ali PaÅŸa yaklaşırken, toplarını, tüfeklerini, cephanelerini, erzaklarını, mallarını, hattâ ihtiyarlarını, çocuklarını bırakıp, bir kurÅŸun atmadan kaçmışlardı. Birkaç güne kadar burası da alınınca Holloko, Boyak, SaÄŸ, Keparmat kaleleri kalıyordu. Ama Allah kerimdi.

“Hepsinin alınması belki bir ay sürmez…” diye mırıldandı. Kâhya, kumandanın ne düşündüğünden haberi yoktu. Anlamadı. Sordu:

“Bu kalenin alınması mı beyim?”

“Hayır, canım… Bu, birkaç günlük iÅŸ! Hele hava biraz kapansın… Fulek’e kadar dört beÅŸ kale var… Onların hepsini diyorum.”

“Bir ayda dört beÅŸ kale… Bu güç beyim.”

“Niçin?”

“Daha bu kaleye bir tüfek atılmamış… Ben attan inerken yoldaÅŸlar söylediler.”

“Ben burasını, bir kurÅŸun atmadan alacağım.”

“Nasıl beyim?”

“Senin aklın ermez. Hava biraz kapansın, görürsün…”

“Hiç topa tutmadan hücum mu edeceÄŸiz?”

“Hayır.”

“Ya ne yapacağız?”

“Havanın kapanmasını bekle, dedim ya… Göreceksin…”

Arslan Bey, planlarını en yakın adamlarından bile saklardı. “Yerin kulağı var” derdi. AÄŸzından çıkan bir sır mutlaka iÅŸitilecekti. Kâhya gibi bu sessiz, bu manasız beklemeden bütün askerler sıkılıyorlar, bir ÅŸey anlatmıyorlardı. Kumandanın yardım, cephane, top beklediÄŸi söyleniyordu. Ä°htiyar sipahiler, “Biz burasını yardım gelmeden alamaz mıyız? Ä°ki top yetmez mi? Ne duruyoruz?” diye

çadırlarında dedikodu yapıyorlardı. Buraya gelindiği günden beri askeri istirahat ettiren Arslan Bey, her sabah erkenden atına biniyor, tek başına gerilerdeki ormanların içine dalıyor, saatlerce kalıyor, gülerek dönüyor.

“Hava bozmayacak mı? Ah, biraz sis olsa…” diye gözlerini gökten, kalenin sallanan bayrağından ayıramıyordu.

Ä°ÅŸte kâhyanın getirdiÄŸi mektupta Ali PaÅŸa da teklifini kabul ediyordu. Onunla birleÅŸince ordusu yedi bin kiÅŸi kadar olacaktı. O vakit şüphesiz Tofeli, Pallaviçini’yi diri diri esir tutabilecekti.

Koyu karanlık içinden uzaktan uzaÄŸa Åžalgo Burcu’ndaki nöbetçilerin attıkları acı naralar, acı köpek ulumaları iÅŸitiliyordu. Gökte hiç yıldız yoktu. Arslan Bey, hademesinin tuttuÄŸu billur bardaktaki yakut suyu içti. Yeniden doldurulan çubuÄŸunu çekiyor, kâhyasıyla öteden beriden konuÅŸuyordu. KonuÅŸurken düşündüğü hep kendi planıydı. Yine göğe dalmıştı. Birdenbire sordu:

“Hava kapanıyor gibi, deÄŸil mi?”

“Evet.. “

“Bakalım yarın…”

“Hücum mu edeceÄŸiz beyim?”

“Hayır canım, hava bozsun, görürsün.”

Kâhya, yine bir ÅŸey anlamadı…

Bir sabah…

Binlerce bacadan henüz tütmüş soÄŸuk, nemli bir duman kadar koyu bir sis her tarafı kaplamıştı. Ordugâh, …

(Visited 3 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 20.12.2007 tarihinde hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 14745 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 0 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Kütük | Ömer Seyfettin orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleÇinliler Yemek Yerken Niçin Çubuk Kullanır? | Yiyeceklerini Küçük Parçalara Bölüp Yeme Alışkanlıkları Olan Çinliler Sonraki MakaleSarı Zeybek | Can Dündar - Kitabın Konusu - Özeti - Anafikri

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz