Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Diyet | Ömer Seyfettin


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 20.12.2007 tarihinde hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 12555 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Diyet

Dar kapısından baÅŸka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuÅŸ terbiyeli bir arslanı andırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalın pazılı, geniÅŸ omuzlu bir pehlivandı. On yıldır bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu’da, tüm Rumeli’de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta Ä°stanbul’da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yataÄŸanların üstünde “Ali Usta’nın iÅŸi” damgasını arıyorlardı. O, çeliÄŸe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar deÄŸil, yaptığı kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, “Çifte su vermek” sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimseyle çok konuÅŸmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uÄŸraşırdı. Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, ateÅŸten baÅŸka söz bilmez, pazarlığa giriÅŸmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız savaÅŸ zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaÅŸtan sonra ortaya çıkardı. Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi “cellat elinden kaçmış bir çelebi”, kimi “sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteÄŸini vakitsiz çekmiÅŸ garip” derdi. Siyah ÅŸahane gözlerinin maÄŸrur bakışından, soylu davranışlarından, gururlu suskunluÄŸundan, düzgün sözlerinden onun öyle sıradan bir adam olmadığı belliydi… Ama kimdi? Nereliydi? Nereden gelmiÅŸti? Bunları bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte böyle tanınmış bir ustanın bulunması herkes için ayrı bir övünç kaynağıydı.


– Bizim Ali…

– Bizim koca usta…

– Dünyada eÅŸi yoktur…


– Zülfikâr’ın sırrı ondadır!.. derlerdi.

Koca Ali en kalın, en katı demirleri mısır yaprağı gibi incelten, kâğıt gibi yumuÅŸatan sanatını kimseden öğrenmemiÅŸ, kendi kendine bulmuÅŸtu. Daha on iki yaşındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuÅŸ, öksüz kalmıştı. Amcası çok zengindi. GösteriÅŸe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Belki devlet katında yetiÅŸtirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Ama Ali’nin yaratılışında “baÅŸkasına gönül borcu olmak” gibi bir sızlanmaya yer yoktu. “Ben kimseye eyvallah etmeyeceÄŸim,” dedi. Bir gece amcasının konağından kaçtı. BaşıboÅŸ bir adsız gibi daÄŸlar, tepeler, dereler aÅŸtı. Adını bilmediÄŸi ülkelerde dolaÅŸtı. Sonunda Erzurum’da yaÅŸlı bir demircinin yanına girdi. Otuz yaşına kadar Anadolu’da uÄŸramadığı kent kalmadı. Kimseye boyun eÄŸmedi. Gönül borcu olmadı. EkmeÄŸini taÅŸtan çıkardı. Alnının teriyle kazandı, içinde “kutsal ateÅŸ”ten bir alev bulunan her yaratıcı gibi, para için deÄŸil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu. “ÇeliÄŸe çifte su vermek” onun aÅŸkıydı. Gönüllü olarak savaÅŸlara gittiÄŸi zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların arasında, Ali Usta, iÅŸinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı. Ölünceye kadar böyle hiç durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yataÄŸanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreÄŸi çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üzerinde milyonlarca kıvılcım tutuÅŸtururdu.

– Tak!

– Tak, tak!…

– Tak, tak!

Ä°ÅŸte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uÄŸraÅŸmıştı. Dövdüğü eÄŸri namluyu örsünün yanındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye baÅŸlayan ateÅŸine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte dokunaklı dokunaklı akÅŸam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı. Ä°kindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doÄŸru yürüdü… Kentin kenarındaki bu gösteriÅŸsiz tapınaÄŸa hep yoksular getirdi. Minaresi sokaÄŸa bakan küçük bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.

Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık gördü. Hep üç kandil yakılırken bu akÅŸam ramazan gibi bütün kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemiÅŸti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuÅŸanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya’dan iki garip derviÅŸin geldiÄŸini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.


Akşam namazı kılınıp, bittikten sonra mescittekilerin bir bölümü çıktı.

Koca Ali yerinden kımıldamadı. Zaten biraz başı aÄŸrıyordu. “Mesnevi dinler, açılırım!” dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki garip derviÅŸin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti. Her âşık gibi onun yüreÄŸinde de sonsuz bir kendinden geçiÅŸ, bir coÅŸku, bir kaynaÅŸma yeteneÄŸi vardı. En küçük bir nedenle coÅŸardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi gibi kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boÄŸazına düğümlenir gibi oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonra mescitten çıkınca, doÄŸru dükkânına giremedi. Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiÄŸine bir bulut gibi göğün bir yanından öbür yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçtiÄŸi tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. GeniÅŸ derenin dibine yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaÅŸları gibi parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. DinlediÄŸi ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını iÅŸitiyor, tıpkı mescitteki gibi kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:

– Kimdir o?… diye bağırdı.

Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün öbür yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:

– Yabancı yok!

– Kimsin?

– Ali…

Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:

– Koca Ali… Koca Ali, be!

– Sen misin, Ali Usta?

– Benim!

– Ne arıyorsun bu saatte buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!…

Bunlar kent subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Ama, ona kötü davranmadılar. Bekçibaşı:

– Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.

– Yok.

– Böyle gece yarısına yakın deÄŸil, hatta yatsıdan sonra sokakta, hele böyle kentin kıyısında kimsenin dolaÅŸmasına aÄŸamızın izin vermediÄŸini bilmiyor musun?

– Biliyorum.

– Ee, ne arıyorsun buralarda?

– Hiç…

– Nasıl hiç…

Koca Ali yine ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:

– Haydi yerine git, dolaÅŸma… dediler.

Geldiği yollardan hızlı hızlı dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta hiç kimseye rastgelmedi. Dükkânının önüne gelince durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü gibi ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:

– Tuhaf, rüzgâr açmış olacak!… dedi.

Ä°ÅŸine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin…

İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte yandan da dağ başında, köyde sanatı geçmezdi. Birden ağır bir yorgunluk duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.

Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:

– Kim o? diye haykırdı.

РA̤ ̤abuk.

Sabah olmuÅŸtu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O hiç böyle dalıp kalmaz, güneÅŸ doÄŸmadan uyanırdı. DoÄŸruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Birdenbire açılan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı’yı gördü. Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. “Ne var?” der gibi yüzlerine baktı. Bekçibaşı:

– Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali ÅŸaÅŸkınlıkla sordu:

– Niçin?…

– Bu gece Budak Bey’in mandırasında hırsızlık olmuÅŸ.

– Ee, bana ne?…

– Onun için iÅŸte dükkânı arayacağız.

– O hırsızlıktan bana ne?

– Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altıda kesmiÅŸler. MeÅŸin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.

– Bana ne?…

– O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk… Sonra… Åžu eÅŸiÄŸe bak. Kan lekeleri var!

Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine bakh. Gerçekten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:

– Hem bu gece, geç saatte …

(Visited 14 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 20.12.2007 tarihinde hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 12555 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 0 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Diyet | Ömer Seyfettin orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleDeyimler Sözlüğü | [V-Y] Vız gelmek (vız gelip tırıs gitmek): Hiç önemsememek, aldırış etmemek Sonraki MakaleGenetik MühendisliÄŸi Nedir? | Genetik MühendisliÄŸinin Tarihçesi (1880-2000)

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz