Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Bahar Ve Kelebekler | Ömer Seyfettin


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 20.12.2007 tarihinde hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 6368 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Bahar ve Kelebekler

Küçük salonun fes renginde kalin, agir perdeli penceresinden disari muhtesem, parlak bir suluboya levhasi gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema… Çiçekli agaçlar… Uyur gibi sessiz duran deniz… Karsi sahilde mor, fark olunmaz sisler altinda daglar, korular, beyaz yalilar… Bütün bunlarin üzerinde bir esatir rüyasinin havai hakikati gibi uçan marti sürüleri! Pencerenin önündeki sisman koltuga gayet zayif, gayet sari, gayet ihtiyar bir kadin oturmustu. Bahara, hayata dargin gibi arkasini disariya çevirmisti. Sönmüs gözleri köselerdeki gölgelere karisiyordu. Karsisinda, bir sezlonga uzanmis esmer, güzel bir kiz, siyah maroken kapli bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kir kokulari; deniz, dalga fisiltilari getiren tatli bir nisan rüzgari giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardi. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yasinda idi. Köselerin hafif karanliklarindan bazen uyanir gibi ayrilan gözlerini arasira, karsisinda kitap okuyan genç kiza, bu torununun torununa atfediyordu… Birden, üç disi kalan burusuk agzini açti. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmis, katilasmis elini basina götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altinda daha beyaz görünen saçlarina dokundu. Bir an düsündü. Yine esnedi. Galiba uyanacakti. Arkasindaki açik pencereden giren muharrik rüzgar onu tehyic ediyor, kuslarin günesli civiltilari, çiçek ve çimen kokulari hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven bir sabah uyandiriyordu. Yavas yavas kamburunu arkasina dayadi. Ellerini dizlerine koydu, basini kaldirdi. Biraz dogruldu. Torununun torununa, “Yavrum, niçin susuyorsun?” dedi. “Biraz konusalim.”


Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi kederiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabindan ayirmayarak,
“Okuyorum büyükanneciÄŸim” dedi.

Ancak on sekiz yasinda vardi. Sezlongdaki mühmel uzanisi ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüpünün altinda bedii bir vuzuh ile irtisam eden kalçalari daha dolgun, daha genis, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe beyaz gölgeleri içinde pek suh, pek uyanik duran bacaklari daha tombul, daha nefis, ayaklari daha küçük görünüyordu. Tuttugu siyah maroken cildin üzerinde beyaz, parlak, zarif, ince elleri asi bir istical ile gögsünden firlamak ister gibi kabaran memelerine dayaniyor, sanki onlari zaptediyordu. Gür siyah saçlari magmum, hüzünlü çehresi etrafinda mesut edici, düsündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:

“Okudugun ne, kizim?”


“Bir roman.”

“Neden bahsediyor?”

“Hiç.”
Büyük nine tekrar daldi. Karsisindaki, senelerce evvel ihtiyarlayip ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakiyordu. Bu vücut iste hayatinin bahari idi. Arkasindaki, görmek istedigi su pencerenin disarisindaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabanci duruyordu. Kendisini tehyic eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yasinda bir asigin busesi kadar leziz, muharrik olan bu nisan rüzgari, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarinda biraz tebessüm, gözlerinde biraz sule uyandirmiyordu. Tekrar sordu:

“Söyle yavrum, o roman ne diyor?”

Genç kiz büyük gözlerini kaldirdi. Kitabi dizlerine indirdi. Nazik bir sive ile, “Büyükannecigim, Fransizca bir roman iste…” dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:

“Adi ne?

“Desenchanté…”(**)
“Ne demek?”


“Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar demek.”

“Onlar kimmis?”

“Biz… Türk kadinlari…”

Büyük nine düsündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarini düzelten torununun torununa simdi pek elemli bakiyordu: Bu kiz tipki büyük matemleri geçirmis, felaketler görmüs bir zavalli gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, iste hep bu kitaplar onlari zehirliyor, onlari solduruyordu. Onlari bahara, saadete yabanci birakiyordu. Ansizin kalbinde bir aci duydu. Bu genç, bu güzel kiza aciyordu. Titreyen kadit ellerini koltugunun yanlarina dayadi. Hiddetlenmis gibi biraz yükseldi.

“Sevinçten, saadetten mahrum kadinlar, Türk kadinlari mi?” dedi. “Hayir hayir! Türk kadinlari asla sevinçten, sadetten mahrum degildiler. Sevinçten, saadetten mahrum olan sizsiniz. Simdiki kadinlar… Siz yoruldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!… gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, su arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Simdi siz bunlari görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düsüyor, karariyor, soluyor, soluyor, hirçin, berbat, tahammül olunmaz bir mahluk oluyorsunuz.”

Genç kiz gülümsedi. Büyükannesinin böyle hiddetli serzenislerini her vakit dinler, bazen onunla münakasa ederdi.

“Hiç siz okumaz miydiniz, büyükannecigim?” diye sordu.

“Okurduk. Kibar, büyük efendiler kizlarina Farisi ögretir, Cami dersleri gösterirlerdi. ‘Tuhfe-i Vehbi’yi okuturlardi. Fuzuli’nin, Baki’nin gazellerini ezberlerdik, Mesnevi’yi anlardik. Mükemmel seci’ler, kafiyeler yapar, kocalarimizla münakasa eder, hafizamiza, zekamiza, nüktelerimize onlari hayran ederdik. O vakit bir kadin için en büyük medih: ‘Fazila, edibe, saire, akile….’ idi. Simdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisaninizin güzelliklerini tanimiyor, baska memleketlerin, baska seylerini ögreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliginizden uzaklasiyor, etrafinizdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten, saadetten mahrum kaliyorsunuz. Ah… At elinden o kitabi!”

Esmer güzeli kiz yeniden gülümsedi, “Peki, büyükannecigim” dedi, “bu kitabi atayim… Okumayayim. Sonra bize müebbet ve yikilmaz bir hapishane olan bu sikici evin içinde bu mevkufiyetin yalnizligi içinde çildirayim mi? Okuyor, egleniyor, biraz teselli buluyorum.”
“Hayir kizim, okuyor, fakat eglenmiyorsun. Gözlerini görsen… Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalasiyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder…”
“Peki söyleyiniz, okumayayim da ne yapayim?”

Büyük nine düsünmeye basladi; evet, ne yapsin? Simdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüstü. Seksen sene evvelki hayati birden hatirladi; o vakit erkeklerden ayri bir kadinlar alemi vardi ki, simdi tamamiyla dagilmisti. Bu alem pek genisti. Binlerce kadin birbiriyle konusur, görüsür, eglenirdi. Kendilerine mahsus eglenceleri, zevkleri vardi. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarini kizlar giyer, büyükannelerinin mücevherlerini torunlar takardi. Sirmali çedik pabuçlar, kirmizi feraceler… ah hele kirmizi feraceler… baharin yesil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadinlar tipki birer gelincik çiçegi gibi parlarlardi. Hiç aralarinda çirkin, yani zayif, hastalikli yoktu. Erkekler yalniz kadinlarini tanirlar, islerinden sonra erkence evlerine gelirler, zevcelerine doyulmaz ask ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi. Kiraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafesantalar, kerhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eslerinden ayiran, zavalli Türk kadinlarini tenha evlerde unutulmus bir bekçi gibi birakan felaket mahalleri yoktu. Kadinlar erkekleriyle üzülmeden yasiyor, sonra o vakitki asi boyali büyük evlerin büyük sofalarinda, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarinda, cesim, nadir yalilarda toplaniyorlar, egleniyorlar, mesut oluyorlardi. Ne oyunlar, ne adetler, ne zevkler vardi ki, bugün hepsi tamamiyla unutulmustu. Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap degistirmek, moda çilginliklarindan, sogukluklarindan, bos bir tekebbürden, manasiz ve münasebetsiz bir tefevvuk iddiasindan baska bir sey yoktu… Alafrangalik bir veba gibi içimize girmis, dudaklarimizin tebessümünü silmis, feracelerimizi parçalamis, pabuçlarimizi atmis, parmaklarimizi narin bir mercan gibi parlatarak güzellestiren kinalarimizi bile ortadan kaldirmisti. Esyamizi, esvaplarimizi degistirirken ruhlarimizi da degistirmisti; her sey yalan, her sey sahte, her sey taklit oldu. Saadet uzak bir hayale, yetisilmez bir hulyaya inkilap etti. Adetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Simdi saskin ve mustarip bir nesil!… Her seyden nefret eden, her seyi fena gören, karanlik gören, berbat, hasta tedavisi imkan haricinde bir nesil, ah simdiki mariz ve müteverrim muhit..

Büyük ninenin gözleri kapaniyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü istiraplariyla seri ve ani mukayesesi, zihninde sedit bir yorgunluk husule getiriyor, onu hala yasadigina müteessif ediyordu. Genç ve esmer kiz yüz yasina girmeye birkaç adimi kalmis olan bu annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgin dalgin bakarak onun zamanindaki kadinlarin saadetinin ne olabilecegini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamiyordu:
“Sustunuz, büyükannecigim…” dedi.

Ihtiyar kadin, burusuk gözlerini açti:

“Ah!… Eski günleri, eski saadetleri düsünüyorum.”

“Eski zamanda, sizin zamaninizda bugünden fazla ne vardi, ninecigim?”

“Çok… birçok seyler…”

Büyükanne tamamiyla dogruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düsündü. Sonra yine basladi. Genç kiz onun disli agzinin içindeki derin sivri karanliga bakiyor, oradan çikan kelimeleri sanki ziyade temasa ediyordu.

“Evet yavrum, birçok seyler vardi. Her sey bizim için zevk, eglence idi. Her sey: Çocukluk, mektebe baslayis, feraceye giris, kocaya varis, dogurus, hatta ihtiyarlayis bile… Bunlarin hep ayinleri vardi. Her kadinin bu devirleri diger birçok kadinlar için bir zevk, bir eglence vesilesi olurdu. Bütün hayatimiz eglence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdi ki bir mektebe baslama, bir sünnet, bir dügün, bir logusa cemiyeti görmeyelim. Bu esvaplarimiz, kinalarimiz bile eglenceye vesile olurdu. Manilerimiz, sarkilarimiz vardi. Toplanir, aramizda müsavere eder, kis geceleri divanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eglence idi. Her mevsimin kendine mahsus adeti, eglencesi, ananesi vardi. Daha hiç açmamis, bir senelik gül agaçlarinin dibine aksamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah günes dogarken mani söyleyerek tekrar çikarirdik. Biribirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kis herkesin lafina, bir söyledigini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadinlar vardi.”
Büyük nine ateh getirmis ihtiyarlarin yalniz çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatiyordu. O…

(Visited 28 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 20.12.2007 tarihinde hale tarafından, Öykü Paylaşımları | Mevlana Hikayeleri bölümünde paylaşılmıştır ve 6368 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 0 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Bahar Ve Kelebekler | Ömer Seyfettin orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleAy'la Oynamak | Günün Gökbilim Görüntüsü - 1 - 31 AÄŸustos 2008 Sonraki MakaleKarina Sütunu Ve Fıskiyeler | Günün Gökbilim Görüntüsü - 1 - 31 Ekim 2009

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz