Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Mezhepler Ve Çeşitleri


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 30.06.2008 tarihinde Esesli tarafından, Dinimiz Ä°slam | Ä°slam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 1431 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Mezhepler

iTiKADi MEZHEBLERi


Ä°nanç, gönülden baÄŸlanma, kat’i kanaat, yakın. Belli bir düşüncenin, dinin ya da felsefî ekolün prensipleri inanç esasları.

Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer’î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar. Ä°kinci kısım dini hükümler inanç esasları ile ilgilidir. Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu inançların bütününe ad olan akâid ile eÅŸ anlamlı kullanır olmuÅŸtur. Kelimenin manası üzerine kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeÅŸitli ihtilaflar mevcuttur. Ancak bu ihtilaflar aslı ilgilendiren meseleler deÄŸildir. Åžu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meÅŸhur olan manası ile aklî kesin hükümdür. Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir. MeÅŸhur olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür. ilme istinat eder, şüphe götürmez. Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır (bk. Tehânevî, Keşşâf, II, 952).

İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini ifade eder. Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır. Hakikatte itikat daha geniş anlamları ihtiva eder. En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir. İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi mensuplarının itikadıdır (bk. iman mad.)


Ä°slâm’da kelâmî mezhepler Maturidilik, EÅŸarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir (bk. Mezhep mad.).

Kaynak_______________
Şâmil İA

MATÃœRiDi MEZHEBi

İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep. İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir.

Alemü’l-Hudâ, Ä°mamü’l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852’de Maveraünnehir’de bulunan Semerkand’ın Matürid köyünde doÄŸmuÅŸtur. 333/944’te Semerkand’da vefat etmiÅŸtir. O, Ä°slama çok deÄŸerli hizmetler vermiÅŸ öncü Ä°slâm âlimlerinin başında gelir. Maveraünnehir’de Ehli Sünnet’e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir. Ehli Sünnet kelâmının Irak’taki mümessili ise Ebul Hasen el-EÅŸ’arî’dir (v. 324/936). Maturîdinin yaÅŸadığı çaÄŸda, ilim ve edebiyata hizmet etmiÅŸ olan SamanoÄŸulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi. Bize kadar gelen Te’vilâtu’l-Kur’an ve Kitâbü’t-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi. Mâturidinin hocaları, ilimleri Ä°mam A’zam Ebu Hanife’ye uzanan Ebu’n-Nasr el-Ä°yazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî’dir. Bunların hocası ise Ä°mam Ebu Yusuf ve Ä°mam Muhammed’den okumuÅŸ olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cürcânî’dir. Ä°mameyn lakabıyla tanınan Ä°mam Ebu Yusuf ve Ä°mam Muhammed, Ä°mam A’zam’ın en seçkin talebeleriydi. Matüridi, hocalarından Ä°mam A’zam’ın akaide dair el-Fıkhü’l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü’l-Ebsat, el-Âlim ve’l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiÅŸtir. Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-RustuÄŸfeni (v. 345/956), Ebu’l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (v. 390/999) gibi büyük afimler de yetiÅŸtirmiÅŸtir. Ä°mamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile baÄŸlı olan bu âlimler, Maveraünnehir’de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı.

EÅŸ’ariyye Kelâm mektebinin doÄŸup geliÅŸtiÄŸi yer olan Irak, pek çok bid’at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi. Ä°mam EÅŸ’arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu’tezile ile çok ÅŸiddetli ve gürültülü cedel ve münakaÅŸalarda bulunmuÅŸtu. Matüridî’nin yetiÅŸtiÄŸi Maveraünnehir ise Irak’tan uzak olduÄŸu için az da olsa bid’at akımlarından uzak kalmıştı. Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir’e sızmış, Mu’tezile’nin sesi buralara kadar aksetmiÅŸti. Nisbi de olsa, bid’at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu. Ä°mam Matüridî, Maveraünnehir’e kadar gelen Mu’tezile’den baÅŸka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita’ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermiÅŸti. Onun Kitâbü’t Tevhid’i bunlar gibi sapık fikir ve bid’at cereyanlarını içine alan ve bunları gereÄŸi gibi çürütmeye çalışan en deÄŸerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır.

Metodu:


Gerek EÅŸ’arî gerekse Matüridî, Mu’tezile ve diÄŸer bid’at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı’nın kurucusu olmuÅŸlardır. Fakat, Ehl-i Sünnet’in Kelâm metodunu daha ziyade doÄŸru ve ilmi bir ÅŸekilde baÅŸlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları deÄŸeri vererek bu iki asla baÄŸlı kalan ve bu ÅŸekilde Ä°slâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuÅŸtur. Çünkü, dinde akla uymayan bir ÅŸey yoktur. Allah’ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in peygamberliÄŸi akılla isbat edilir. Yine naklin bildirdiÄŸi ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiÄŸi ÅŸekilde bunlara iman edilir. Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir ÅŸekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir. Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince… Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır. Bu ÅŸekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların deÄŸerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, Ä°mam Matüridî olmuÅŸtur. O, bilgilerimizin sebepleri ve deÄŸeri hakkında söz edilen ilk Ä°slâm âlim ve mütekellimi olduÄŸu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır. Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve deÄŸeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır.

Matüridî, Kitabü’t-Tevhidinde, insanı ilme ulaÅŸtıran yolların iz’an (saÄŸlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduÄŸunu ve bilgiye ulaÅŸabilmek için bu yolların hiç birisinden müstaÄŸni olunamayacağını söylüyor. Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır. Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla gidilir. Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beÄŸenmiÅŸtir (Kitabü’t-Tevhid Beyrut, 1970 s. 7-8).

Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber. Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır. 2- Peygamberlerin haberleri. Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur. Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir.

Matüridî akıl hakkında şöyle der:

Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduÄŸunu kabul etmek gerekir. Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur. Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan ÅŸeyleri anlayan, haberlerle bilinen ÅŸeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve baÅŸka ÅŸeylerin doÄŸruluÄŸunu veya yanlışlığını anlayan akıldır. Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah’ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız.

Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah’ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü’l-Tevhid,s. 78). Matüridî, Tevilatü’l-Kur’an ve Kitabü’t-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür. Akıl ÅŸaÅŸar veya doÄŸruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der:

“Ä°nsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, ÅŸeytanî vesveseden baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Çünkü ÅŸeytan, kiÅŸiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediÄŸini elde etmek için güvencelerini sarsar. Aklı kullanarak eÅŸyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir. Sonra bunlarda, eÅŸyanın hâdis olduÄŸuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini ÅŸehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, ÅŸeytanın vesvesesi ve iÅŸidir” (Kitabu’t-Tevhid s. 136).

Yine Matüridi’ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir. O bu konuda şöyle der: “Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan ÅŸeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz. Peygamber’den bir iÅŸaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah’ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı ÅŸeyleri yüklemiÅŸ olur” (M. Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-Ä°slamiyye fi’s-Siyaset-i Vel-Akaid, s. 212-213).

Matüridî’nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiÄŸi Ä°mam A’zam’ın risaleleri, Akaid’den, Ä°lm-i kelama dönüştü. Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler. Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi baÅŸka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi. Akâid’in teferruâtını bürhanlarla kesinleÅŸtirip kuvvetlendirdi. O Maveraünnehir ülkesi ve diÄŸer Ä°slam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu. Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi’ye nisbet edildi. Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi. Ebu Hanife’nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi. Bir çok kelâmcı ve araÅŸtırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun Ä°mam Matüridi deÄŸil, Ä°mam A’zam Ebu Hanife olduÄŸunu, Matüridî’nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler. Bazılarının iddia ettiÄŸi gibi Matüridî, Ä°mam EÅŸ’arî’ye baÄŸlı bir kimse deÄŸil, Ä°mam A’zam ve arkadaÅŸlarının esaslarını tedvin ettiÄŸi Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir.

Ä°mam Ebul-Hasen el-EÅŸ’arî ile Ä°mam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleÅŸiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır. Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur’an’ın ihtiva ettiÄŸi akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı. Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı. Fakat Matüridî, EÅŸ’arî’nin verdiÄŸi önemden daha fazla akla deÄŸer veriyordu. Ona göre aklın daha çok deÄŸeri olduÄŸuna ÅŸu örnekler delâlet etmektedir:

1- Her iki mezhebe göre; Allah’ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır. Matüridiyye’ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah’ı aklen bilmek gereklidir. Allah’ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah’ın varlığını ve bunun vacib oluÅŸunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez. Allah’ı akılla bilmenin aklen vacib olduÄŸu görüşü, Matüridilere Ä°mam A’zam Ebu Hanife’den geçmiÅŸtir. Beyazî’nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife “Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduÄŸu için Allah’ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz” demiÅŸtir (Ebu Hanife’nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, Ä°ÅŸaratü’l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78).

EÅŸ’arîler ise; akıl, Allah’ın varlığını ve birliÄŸini bilmede alet olduÄŸu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl deÄŸil, Allah’tır. Allah’ın emri de vahiy ve ÅŸeriatla bilinir, diyorlar.

Matürîdîler de; Allah’ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah’ın koyup emrettiÄŸi bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, “akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah’ın varlığına ve birliÄŸine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah’ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez” düşüncesinde her iki mezheb de birleÅŸiyorlar.

2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: “Allah bir iÅŸi haddi zatında ve aslında güzel olduÄŸu için veya faydası zararından daha çok olduÄŸu için emreder. (Hüsün emrin medluldür) Allah’ın bir iÅŸi emretmesi, o iÅŸin aslında güzelliÄŸine delâlet eder. Bir ÅŸey mahiyeti itibarıyla çirkin olduÄŸu için Allah o ÅŸeyden nehyeder. Allah’ın bir ÅŸeyi nehyetmesi, o ÅŸeyin aslında çirkinliÄŸine veya zararının faydasından daha çok olduÄŸuna delâlet eder.” Matüridi’ye göre hüsün ve kubuh açısından eÅŸya ve iÅŸler üç kısımdır: a) Ä°nsan aklının tek başına güzelliÄŸini anladığı ÅŸeyler, B) Tek başına aklın çirkinliÄŸini idrak ettiÄŸi ÅŸeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliÄŸini ne de çirkinliÄŸini anlayamadığı ÅŸeyler, ki, bunların da güzelliÄŸi ve çirkinliÄŸi ancak Allah’ın emretmesiyle anlaşılır. Åžu kadar var ki; aklın güzelliÄŸini bildiÄŸi ÅŸeyleri bile Allah emreder, çirkinliÄŸini bildiÄŸi ÅŸeylerden de Allah nehy eder. Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur. Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah’ındır. Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O’dur.

EÅŸ’arîler ise; “eÅŸyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Allah emrettiÄŸi için bir ÅŸey güzeldir, nehyettiÄŸi için de çirkindir”, derler. Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliÄŸi idrak ettiÄŸini kabul etmezler.

Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur. Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur.

3- EÅŸ’arî; “Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini iÅŸlemez (Allah’ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel deÄŸildir). Yani, Cenab-ı Hak bir ÅŸeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak iÅŸler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni iÅŸlemez. Çünkü o iÅŸlediÄŸinden sorumlu tutulmaz. Ayetlerde geçen Allah’ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder.

Matüridi’ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor. O halde O’nun hikmet sıfatı da vardır. Allah boÅŸ ve abes iÅŸlerden münezzehtir. Her iÅŸinde hikmet vardır. Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı iÅŸlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiÅŸ ve kasdetmiÅŸtir. Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediÄŸini iÅŸleyendir. Mutezile’nin dediÄŸi gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O’na vacip olmaz. Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve baÅŸkasının O’nda hakkının olduÄŸunu hatırlatır ve O’nun yaptığı ÅŸeylerden sorumlu olmasını gerektirir. Allah yaptığından sorumlu deÄŸildir.

4- Matüridiler, Allah’ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından baÅŸka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler. Çünkü Allah, Kur’an’da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır. Allah eÅŸyayı kudret sıfatıyla deÄŸil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler.

EÅŸ’arîler ise, tekvin sıfatını, Allah’ın kudret sıfatının yaratacağı ÅŸeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler.

Görülüyor ki Matüridi’ler nakle baÄŸlı kalmışlar ve bu baÅŸlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuÅŸlardır. Ä°zmirli Ä°smail Hakkı’nın “Yeni ilm-i Kelâm” isimli eserinde EÅŸ’ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; “EÅŸ’ariyye indinde, tevbe-i ye’s (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul deÄŸildir; Matüridiyye’ye göre ise makbuldür” (Yeni Ä°lm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır. Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye’s asla makbul deÄŸildir.

Matüridî, Te’vilâtında; Ebul-Mu’in en-Nesefi, et-Tabsira’ adlı eserin de tevbe-i ye’sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: “Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile eriÅŸilen iman deÄŸildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun…” (Te’vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri RaÅŸid Ef. Kütüphanesi No: 47 vr. 1829).

“Bir kimsenin ye’s halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur… (Tabsıratül-Edille, RaÅŸid Ef. Küt. No: 496, vr. 86).

Tevbe-i ye’sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri iÅŸleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiÄŸi zaman ÅŸimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur… ” (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek deÄŸildir” (el-Mü’min, 40/85) gibi âyetler vardır. Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar.

Ä°slâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler baÅŸlıca dörttür. Bunlar, Resulullah’ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar:

a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine baÄŸlılığı ve teslimiyeti prensip edinmiÅŸlerdir. Kur’an’da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler.

B) EÅŸ’ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler.

c) Matüridiyye: Bunlar da EÅŸ’ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler. Kur’an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler.

d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı. Bazı araÅŸtırıcılar, akla bu kadar önem verdiÄŸi için Matüridiyye, Selefiyye’den daha çok Mutezile’ye yakındır demiÅŸlerdir. Dikdörtgen ÅŸeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur. Alanın Mutezileye bitiÅŸik 1/4’ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında EÅŸ’ariyye mevcuttur, demiÅŸlerdir.

Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluÅŸu prensibini tefsirinde de uygulamıştır. O “Tevilatü’l-Kur’an”isimli eserinde müteÅŸabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir. Yol bulabildiÄŸi vakitte Kur’an’ı Kur’an ile tefsir etmektedir. Çünkü Kur’an’ın bir kısmı diÄŸer bir kısmıyla çeliÅŸmez. EÄŸer o (Kur’an) Allah’tan baÅŸkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok ÅŸeyler bulurlardı” (en-Nisa, 4/82). Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat’i bir delil bulamazsa te’vil etmekten kaçar. MüteÅŸabih ayetleri te’vil hususunda takib edilen bu metodu EÅŸ’ari de kullanmıştır. Ancak EÅŸ’ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teÅŸbihe düşmesinler diye müteÅŸabih ayetleri te’vil etmiÅŸlerdir. Bu te’villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduÄŸunu belirtmiÅŸlerdir.

Matüridiyye Mezhebini Geliştirenler:

Matüridi’nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole baÄŸlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir. Matüridî pek çok eser telif etmiÅŸtir. Ancak bunlardan pek çoÄŸu kaybolmuÅŸ, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiÅŸtir:

Bunlardan birisi “Tevilâtü’l-Kurân “diÄŸeri adı “Te’vilatü Ehli’s-Sünne”dir. Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduÄŸu sanılmaktadır. Hemen hemen Ä°stanbul’un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur. Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur’an tefsiridir. Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid’at mezheblerinin görüşlerini reddeder. Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır. Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî (v. 533/1158) tarafından ÅŸerh edilmiÅŸtir. Bir nüshası ÅŸehid Ali PaÅŸa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur. Matüridi’nin diÄŸer eseri Kitabü’t-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Ãœniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır. Dr. Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut’ta bastırılmıştır.

Matüridiyye mezhebini geliÅŸtiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu’in Meymun b. Muhammed en-Nesefi’dir (417-508/1024-1115). Matûridiyye’nin yetiÅŸtirdiÄŸi en büyük kelamcıdır. Nesefi, Ä°mam Matüridi’nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) baÄŸlı kalmıştır. EÅŸ’ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v. 403/1013) ve Gazzali (505/1111)’nin deÄŸeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi’nin deÄŸeri aynıdır. Matüridi’nin kitablarının özellikle Kitâbü’t Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi’nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir.

Nesefi’nin diÄŸer bir kitabının ismi “et-Temhid li-Kavaidi’t-Tevhid”tir. Bu kitabın Ä°stanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır. Mesela Beyazıd Küt. No: 3078,158. (vr.) Nesefî’nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli’l Ä°slâm isimli kitabı ise Konya’dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır. Bu kitap yine aynı yılda Kahire’de de basılmıştır.

Matüridiyye kelâmına hizmet eden baÅŸka Nesefîler de yetiÅŸmiÅŸtir. Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir ÅŸehirdir. OrtaçaÄŸda bu ÅŸehirde Ä°slâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiÅŸ pek çok alim yetiÅŸmiÅŸtir. Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v. 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir. Bu sonuncusunun “Medariku’t-Tenzil ve Hakaiku’t Te’vil” isimli tefsiri. pek meÅŸhurdur. Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır.

Ä°mam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiÅŸtir. Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi’nin Tabsiratül-Edille’sinde şöyle dile getirilir: “Delilsiz olduÄŸu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz. Çünkü sevap kulun çektiÄŸi meÅŸakkat karşılığında verilir. Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur. Bilakis, imana ulaÅŸmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuÅŸkuları gidermek için sıkıntı çekilir… KiÅŸi emek ve gayretini sadece peÅŸin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meÅŸakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez. Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez” (Tabsıratü’l-Edille, RaÅŸid Ef. Küt. No: 496, vr. 86; Fatih Küt. No: 2907, vr. 96-10). Matüridi’nin bu görüşüne baÅŸta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır. Çünkü iman Allah’ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir. Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediÄŸi müddetçe iman makbuldur. Gücü yettiÄŸi halde Allah’ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur.

Kaynak_______________________
Muhiddin BAĞÇECİ

ES´ARi MEZEBi

Ebu’l-Hasen el-EÅŸ’ârî’nin (324/935-36) öncülüğünü yaptığı, kelâm metodunu benimseyen kelâm ekolü. ÇoÄŸulu “Eşâ’ira” gelir.

EÅŸ’ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye’yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet’in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teÅŸkil eden Allah’ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye’ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle “Sıfâtiyye” deniliyordu. EÅŸ’ârî Selefiyye’ye geçtikten ve EÅŸ’ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete “EÅŸ’ârîyye” denilmiÅŸtir. Ä°ÅŸte bu bakımdan EÅŸ’ârîyye, ehl-i bid’ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye’yi de içine almaktadır (Bekir TopaloÄŸlu, Kelam Ä°lmi 153. Ayrıca kaynaklar için bk. Åžehristânı, el-Mile’l 1/92-93; Ä°zmirli, Yeni Ä°lm-i Kelâmı/l 10).

EÅŸ’ârîyye Mezhebi, Mu’tezile’ye karşı bir anti-tez olarak doÄŸmuÅŸ ve selef akidesini esas almıştır. Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te’vile yer verilmiÅŸtir. EÅŸ’ariyye’ye mensup kelâm âlimleri zamanla te’vile daha çok yer vermiÅŸler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuÅŸturmuÅŸlardır. Gazzâlî’nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneÄŸi olarak ele alınabilir. Kısacası, EÅŸ’ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu .

EÅŸ’ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye’de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine EÅŸ’ârî âlimlerinin tayin ediliÅŸiyle geniÅŸ bir alana yayılma imkânı bulmuÅŸ ve Mısır ile MaÄŸrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.

EÅŸ’ârî’den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliÅŸtiren âlimler arasında ÅŸunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); Ä°mâmu’l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Åžehristânî (548/1153-54); Fahru’d-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa’dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Åžerif Cürcânî (816/141314); Celâlu’d-din Devvânı(908/1502503).

EÅŸ’ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doÄŸru yol olacaktır. Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana baÅŸlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz.

1. Ma’rifetullah: Akıl hiç bir ÅŸeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah’ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah’ı bilmek ÅŸer’an vaciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Åžeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir ÅŸeyden sorumlu deÄŸildir.

2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber olabilir.

3. Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır.

4. Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen ÅŸeyle birlikte olmasıdır. EÅŸ’ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir ÅŸekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diÄŸer meselelere göre daha zordur.

5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh ÅŸer’îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah’ın emir ve yasağı ile bir ÅŸeyin iyi ya da kötü olduÄŸu bilinir. Bir ÅŸey emredilmiÅŸ ise iyidir, nehyedilmiÅŸ ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.

6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.

7. Sebep ve Hikmet: Allah’ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de baÄŸlı deÄŸildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu deÄŸildir.

8. Güç Yetirilemeyen Åžeyle Teklif: Allah’ın insanın gücünün dışında kalan bir ÅŸeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.

9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler. İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.

10. İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.

11 . Kelâm-ı Nefsı: Kelâm-ı Nefsî’nin iÅŸitilmesi caizdir.

12. Kur’an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur’an mahluk deÄŸildir. O Allah’ın kelâmıdır. Ses ve harflere muhtaç deÄŸildir. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Bir ÅŸeyi(n olmasını) dilediÄŸimiz zaman sözümüz ancak ona “ol” dememizden ibarettir. O da derhal oluverir” (en-Nahl, 16/40). Kur’an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur’an’a ol demiÅŸ olacaktır. Halbuki “ol’ sözü de Kur’ân’dadır.

13. Ezelde Ma’dûma Hitab: Yüce Allah’ın hitabının ezelde ma’duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir.

14. Tevbe-i Ye’s: Ãœmitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.

15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.

16. Rü’yet: Yüce Allah’ın ahirette mü’minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiÅŸtir. Allahu Teâlâ Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyurur: ”O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar” (el-Ä°nsân, 75/22-23) .

Kaynak______________________________
Abdurrahim GÃœZEL

FIKH-I MEZHEBLERi

FIKH-I EKBER

Hanefi mezhebinin kurucusu Ä°mam-ı A’zam Ebû Hanîfe (ö. 150/767)’nin itikâda dair kısa ve özlü eseri. Fıkıh, Mecelle’de “ÅŸer’î amel; meseleleri bilmek” (madde, I) ÅŸeklinde tarif edilmiÅŸse de Ebû Hanife devrinde, çeÅŸitli ilimlerin henüz bağımsızlığını kazanmadığı bir dönemde fıkıh, kelâm ilmi ve inanç esaslarını da içine alıyordu. Eser bu yüzden “el-Fıkhu’l-Ekber (En Büyük Fıkıh)” adını almıştır. Fıkh-ı Ekber’i, Aliyyü’l-Kârı, Ebû Hanife’nin diÄŸer eserlerindeki düşüncelerini bir araya getirerek ve Fahruddin er-Râzı, Taftazanî, Konevî gibi bilginlerin fikirlerinden de yararlanarak ÅŸerh etmiÅŸtir.

Fıkh-ı Ekber’de yer alan akîde esaslarını şöyle özetleyebiliriz:

Bir yükümlüyü mümin hâline getiren iman esasları ÅŸunlardır: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayır ve ÅŸerrin Allah’tan olduÄŸuna inanmak, Allahü Teâlâ zatında birdir. Fakat bu birliÄŸi sayı bakımından deÄŸil, ortağı bulunmaması bakımındandır (el-Ä°hlâs, 112/1-5; el-Cin, 72/3; Enbiyâ, 21/22). Allah’ın yarattığı ÅŸeylerden hiçbir varlık ona benzemez (eÅŸ-Şûra, n/l 1). Allâh’ın geçmiÅŸte, gelecekte zatı ve fiilî sıfatları vardır. Hayat, kudret, ilim, kelâm, semî*, basar*, irade zatı sıfatlardır. Yaratma, rızık verme, ilk baÅŸta yaratmak, eÅŸsiz bir ÅŸekilde yaratmak, Allah’ın sanatı; diriltmek, yok etmek, büyütmek, üretmek eÅŸyaya ÅŸekil vermek ise fiilî sıfatlardandır. Allah’ın isim ve sıfatları sonradan yaratılmış olmayıp ezelîdir. Allah’ın kelâmı olan Kur’an, yaratılmış deÄŸildir. Mûsa peygamber ve baÅŸkalarının sözleri ise yaratılmıştır Allahü Teâlâ cisimsiz, cevhersiz var olan bir ÅŸeydir. Allah’ın sınırı, zıddı ve benzeri yoktur (el-Bakara, 2/22; eÅŸ-Şûra 42/11), Allah’ın eli ve yüzü vardır. Ancak biz bunların keyfiyetini bilemeyiz (el-Kasas, 28/88; er-Rahmân, 55/27; el-Leyl, 92/20; el-Feth 48/10; Sa’d 38/75; Yâsin, 36/83; el-Mâîde, 5/116; el-Bakara 2/1 15).

Allahu Teâlâ eÅŸyayı, hiçbir ÅŸey olmaksızın maddesiz olarak yaratmıştır. (el-Fâtır, 35/1; ez-Zümer, 39/62). Dünyada ve ahirette Allah’ın dilemesi, kader, kaza, bilgi, yazgı ve levh-ı Mahfûz’da yazısı olmaksızın hiçbir ÅŸey var olmaz. Ancak Allah’ın kaderi yazması vasıf ÅŸeklinde olup, hüküm tarzında deÄŸildir. Meselâ, “Hasan cehennemliktir”, yazısı bir hüküm iken, “Hasan dünyada kendi iradesiyle kötü yolu tercih edip, kötü ameller iÅŸleyecek ve bunun sonucunda cehenneme girecek” yazısı, vasıf ÅŸeklinde yazmadır.

Allah, insanları küfür ve imandan boÅŸ olarak yarattı, sonra onlara emir verip muhatap kıldı. Küfre düşen, kendi iÅŸiyle kâfir olur. Allah ondan yardımını keser. Ä°man eden de kendi fiil, ikrar ve tasdiki ile iman eder. Allah ona yardım edip, imanda muvaffak kılar. O, yaratıklarından hiçbirini küfür veya imana zorlamamıştır. Ä°man ile küfür kulun kendi iÅŸleridir; Ä°nsan fiilinin yaratıcısı gerçekte Allâh’tır (ez-Zümer, 39/62; en-Nahl, 16/17; es-Sâffât, 37/962. Kulların bütün fiilleri Allah’ın dileme, bilgi, kaza ve kader ile meydana gelir. Tâat ve ibâdetlerin hepsi Allah’ın emri, sevme, rıza, bilgi, dilemesi, kaza ve kader ile sabit olur. Kötülükler de aynı ÅŸekilde meydana gelir. Allah kötülüğü yaratmakla birlikte, ondan razı deÄŸildir (el-Kasas, 28/68; Alû Ä°mrân, 3/32, 76, 134; el-Bakara, 2/222).

Bütün peygamberler büyük veya küçük günah iÅŸlemekten, küfre düşmekten ve çirkin iÅŸlerden korunmuÅŸlardır. Ancak peygamberlerden bir bölümünün bazı kusur ve hataları olmuÅŸtur. Hz. Âdem’in unutarak veya azîmeti terkederek cennetteki aÄŸaçtan yemesi (el-Bakara, 2/35), Hz. Peygamberin bir soru soran Abdullah b. Ummü Mektûm’a yüzünü buruÅŸturması ve bu yüzden uyarılması (Abese, 80/1,2) bunlar arasında sayılabilir. Kusursuzluk Allah’a mahsustur. Hadiste şöyle buyurulur: “EÄŸer siz günah iÅŸlemeseydiniz Allahü Teâlâ günah iÅŸleyen bir kavim yaratırdı. Bu kavim günah iÅŸler, Allah’tan maÄŸfiret diler, Allah da onları maÄŸfiret ederdi” (Müslim, Sahîh, IV, 2106, 2749).

Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir. Peygamberi ve kuludur. Hadiste “Hristiyanların Ä°sa (a.s.) ‘yı övdükleri gibi beni övmeyin. Allah’ın kulu ve elçisi, deyin” (Buhâri, Enkiyâ, 48, Ahmet b. Hanbel, I, 23) buyurulur. Hz. Peygamber putlara tapmamış, Allah’a kesinlikle eÅŸ koÅŸmamış, küçük ve büyük hiçbir günah iÅŸlememiÅŸtir. Sadece bazı davranış tercihlerinde uyarılmıştır. Åžu ayette bu manayı görmek mümkündür: “Allah seni affetti. Onlara niçin izin verdin?” (et-Tevbe, 9/43).

Hz. Peygamber’den sonra insanların en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali (r.anhüm)’dür. Hz. Peygamberin sahâbelerini yalnız hayır ile anarız. Büyük günah iÅŸleyen kimse, bu günahın helâl olduÄŸuna inanmadıkça dinden çıkmaz, Mümindir.

Mestler üzerine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayında teravih namazı kılmak sünettir. Fâsık imamın arkasında namaz kılmak caizdir. Fâsık, mümin olarak dünyadan ayrılırsa ebedî cehennemde kalmaz. Hadiste “Günahından tövbe eden, günahsız gibidir” (Ä°bn Mâce, II, 1420; Zühd, H. No 4250). “Allah, kulundan tövbesini kabul eden ve kötülüklerini affedendir” (eÅŸ-şûrâ, 42/25).

Peygamberlerin mucizeleri ve evliyânın kerâmeti haktır. Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan kiÅŸinin davasını doÄŸrulamak için gösterilir. Ölüyü diriltmek, az olan suyu çoÄŸaltmak gibi. Ãœmmetin kerâmeti, uyduÄŸu peygamber’in kerâmetidir. Veli, taatlara devam eden, kötülüklerden sakınan, dünyevî lezzet, ÅŸehvet, gaflet, oyun ve eÄŸlencelere dalmaktan yüz çeviren, Allah’ı ve sıfatlarını tanıyan kimsedir. Hz. Ömer’in Medine’de minber üzerinde iken Nihavend’te yerde askerlerini görmesi, Hâlid b. Velîd’in zehiri içtiÄŸi halde, bundan bir zarar görmemesi kerâmet kabilindendir (Aliyyü’l-Kârı, Fıkh-ı Ekber Åžerhi, Terceme, Y. V. Yavuz, Ä°stanbul 1979, s.191). Ä°blis, Firavun ve Deccal gibi Allah düşmanlarında görülen olaÄŸanüstü hallere mucize veya kerâmet denilmez. Bunlara, ihtiyaçların giderilmesi denir. Ä°blis’e yeryüzünde mesafe katetme yetkisinin verilmesi, Firavun’un emriyle Nil Nehri’nin dilediÄŸi yöne akması (ez-Zuhruf, 43/51) bu niteliktedir. Cenâb-ı Hak onlara bu yardımı küfür ve azaplarının artması için yapar.

Kaynak_____________________________
Hamdi DÖNDÜREN

HANEFi MEZHEBi

Ä°mam-ı Âzam lâkabıyla şöhret bulan Ebû Hanîfe’ye izâfe edilen fıkıh ekolünün adı. Ebû Hanife’nin asıl adı Numân, babasının adı Sâbit, dedesinin adı ise Zûta’dır. Zûta, Irak ve Ä°ran’ın müslümanların eline geçmesinden sonra müslüman olmuÅŸ ve Kûfe’ye yerleÅŸmiÅŸtir. O ve oÄŸlu Sâbit Kûfe’de Hz. Ali ile görüşmüştür

Ebû Hanîfe H. 80 yılında Kûfe’de doÄŸdu, varlıklı bir ailenin çocuÄŸu olarak orada yetiÅŸti. Irak ve Hicaz Ebû Hanife’nin yetiÅŸtiÄŸi dönemde önemli iki ilim merkezi hâlindeydi. Çünkü Hz. Ömer (ö.23/643) devrinde Fustat (eski Mısır), Kûfe ve Basra gibi büyük Ä°slâm ÅŸehirleri kurulmuÅŸ ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduÄŸu binlerce müslüman yerleÅŸmiÅŸti. Hz. Ömer Kûfe’ye fasih Arapça konuÅŸan kabîleleri yerleÅŸtirmiÅŸ ve Abdullah b. Mes’ûd (ö. 32/652)’a onlara ilim öğretmesi için göndermiÅŸ, “kendisine ihtiyacım olduÄŸu halde Abdullah’ı size göndermeyi tercih ettim” demiÅŸtir (Ä°bnü’l-Kayyim, Ä°’lâmü’l-Muvakkin, I, 16, 17, 20).

Ä°bn Mes’ûd, Kûfe’nin kuruluÅŸundan Hz. Osman’ın halifeliÄŸinin sonlarına kadar Kûfelilere Kur’ân ve fıkıh öğretmiÅŸtir. Bu sayede orası, pekçok kurrâ, fıkıh ve hadis bilginiyle dolmuÅŸtur. Onun talebelerinin dört bin dolaylarında olduÄŸu söylenir. Ayrıca Kûfe’de Sa’d b. Ebî Vakkas (ö. 55/675), Huzeyfe Ä°bnü’l-Yemân (ö. 36/656), Selmân-ı Fârisî (ö. 36/656), Ammâr b. Yâsir (ö.34/657), Muğîre b. Åžu’be (ö. 50/670), Ebû Mûsa-EÅŸ’ar, (ö. 44/664) gibi. seçkin sahâbiler de bulunuyordu (en-Neysâbûrî, Ma’rifetu Ulûmi’l-Hadîs, nÅŸr. es-Seyyid Muazzam, Kahire 1937, s. 191, 192). Bunlar Ä°bn Mes’ûd’a yardımcı oluyorlardı. Hz. Ali Kûfe’ye geldiÄŸinde buradaki fakihlerin çokluÄŸuna sevinmiÅŸ,

“Allah, Ä°bn Mes’ûd’a rahmet etsin, bu ÅŸehri ilimle doldurmuÅŸ; Ä°bn Mes’ûd’un öğrencileri bu ÅŸehrin kandilleridir” demiÅŸtir (el-Kevserî, Fıkhu Ehli’l-Irak ve Hadisühum, Nasbü’r-Râye mukaddimesi, I, 29, 30).

Mısır’a yerleÅŸen sahâbilerin üç yüz dolaylarında olmasına karşılık el-Ä°clî, yalnız Kûfe’ye yerleÅŸen sahâbilerin bin beÅŸ yüz dolaylarında olduÄŸunu, bunlardan yetmiÅŸ kadarının Bedir savaşına katıldıklarını söyler.

Kûfe’de bu alim sahâbelerden feyiz ve ilim alarak ictihad yapabilecek dereceye ulaÅŸan tâbiîlerden bazıları da ÅŸunlardır: Alkame b Kays (ö. 62/681), el-Esved b. Yezîd (ö. 75/694), Åžurayh b. e1-Hâris (ö. 78/697), Mesrûk b. el-Ecda’ (ö. 63/683), Abdurrahmân b. Ebî Leylâ (ö. 148/765), Ä°brahim en-Nehâî (ö. 96/714), Âmiru’ÅŸ-Åža’bi (ö. 103/721), Said b. Cübeyr (ö. 95/714), Hammâd b. Ebî Süleyman (ö. 120/738).

Ä°ÅŸte Hanefi mezhebînin kurucusu Ebû Hanîfe (ö.150/767) böyle bir ilim ortamında yetiÅŸti. Ebû Hanife’nin fıkhı, kendisinden on sekiz yıl ders aldığı Hammad b. Ebî Süleyman vâsıtasıyla, Ä°brahim en-Nehâî, Alkame ve Esved yoluyla, Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Ali ve Hz. Ömer gibi sahâbe bilginlerine dayanır. Hz. Ömer’in Irak ekolüne etkisi tbn Mes’ûd vasıtasıyla olmuÅŸtur. Hz. Ali ise kazâ ve fetvâlarıyla Iraklılara önderlik yapmıştır.

Kûfe aynı dönemlerde hadîs malzemesi bakımından da zengindi. Müctehidlerin kullandığı ibâdet, muâmelât ve ukûbâtla ilgili hüküm hadislerinin sayısı sınırlı olduÄŸu için, bu konularda Hicaz’ın hadis malzemesi bütün ÅŸehirlerin bilginlerince biliniyordu. Çünkü onlar hacc dolayısıyla sık sık Mekke ve Medîne’yi ziyaret ediyorlardı. Aralarında kırktan fazla hacc ve umre yapan vardı. Sadece Ebû Hanife elli beÅŸ kere haccetmiÅŸti. Ä°mam Buhârî’nin (ö. 256/869) hocalarında Affân b. Müslim el-Ensârî el-Basrî’nin (ö. 220/835) ÅŸu sözü Irak yöresinin hadîs bakımında ne kadar zengin olduÄŸunu göstermeye yeterlidir: “Kûfe’ye gelip dört ay oturduk. Ä°steseydik yüz bin hadis yazardık; ancak elli bin hadis yazdık. Biz yalnız herkesin kabul ettiÄŸi hadisleri aldık. Çok hadis yazmamıza Åžerîk b. Abdillâh (ö. 177/793) engel oldu. Kûfe’de Arapça’sı bozuk ve hadis rivâyetinde gevÅŸeklik gösteren kimseye rastlamadık” (el-Kevserî, a.g.e.,I, 35, 36).

Affân hakkında, Ä°bnü’l Medinî;

“Hadisteki bir harfte şüphesi olsa o hadisi almazdı”; Ebû Hatîm ise; “imamdır, sikâdır.” demiÅŸtir. Böyle titiz bir hadisçi kûfe yöresinde dört ayda Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned’indekinden daha çok hadis toplayabilmiÅŸtir.

Ebû Hanife Kûfe’de önce Kur’ân-ı hıfzetti. Sarf, nahiv, şür ve edebiyat öğrendi. Kûfe, Basra ve bütün Irak’ın en önde gelen üstadlarından hadis dinledi ve fıkıh meselelerini öğrendi. DoÄŸuÅŸtan mantık, zekâ, hâfıza gücü ve çalışkanlığı ile ilim sahipleri arasında temayüz etti. Onun ilme yönelmesinde Âmiru’ÅŸ-Åža’bî’nin etkisi olmuÅŸtur. Numân, hacc seyahati sırasında, bizzat sahâbelerden hadis dinlemiÅŸ olan Atâ b. Ebî Rabah (ö. 115/733) ve Ä°bn Ömer’in mevlâsı Nâfi’ (ö. 117/735) gibi tâbiîlerden bazıları ile temas etmiÅŸ ve onlardan da hadis dinlemiÅŸtir.

Hocası Hammâd’ın vefâtında Ebû Hanîfe kırk yaÅŸlarında idi. Onun vefâtıyla boÅŸalan kürsüsünde ders vermeye baÅŸladı. Ebû Hanife’nin ders ve fetvâ vermedeki usûlü, rivâyet ve anânecilerin sema’ (dinleme) usûlünden farklıdır. Onun ders halkasında iki türlü müzâkerenin oluÅŸtuÄŸu anlaşılıyor a) Talebeleri için verdiÄŸi düzenli fıkıh dersleri. B) Dışarıdan ve halk tarafından cevabı istenilen sorular (istiftâ). Hanefi mezhebi istişâre esasına dayandırılmıştır. Ebû Hanife meseleleri tek tek ortaya atar, öğrencilerini dinler, kendi görüşünü söyler ve onlarla konuyu bir ay hattâ daha fazla süreyle münâkaÅŸa ederdi. Meselenin incelenmesinde hazırlığı olan ve ictihad derecesinde bulunanlar da düşünce ve ictihadlarını söyledikten sonra, bu mesele hakkında müzâkere bitmiÅŸ sayılır ve sıra Ebû Hanife’ye gelirdi. O, meseleyi yeniden izah ve tasvir ettikten, kendi delillerini ve ictihadını ortaya koyduktan, gerekli düzeltmeler yapılıp cevaplar verildikten sonra, alınan karar çoÄŸu defa delillerden tecrit edilerek son derece veciz cümlelerle, bizat kendisi tarafından imlâ ettirildi. Bu imlâ vecizeleri daha sonra fıkıh kaideleri hâline gelmiÅŸtir (Hatîb, Tarihu BaÄŸdâd XI, 307 vd.; el-Kevserî a.g.e., I, 36 vd.). Ebû Hanife’nin bu ilim halkalarında Ä°slâm’ın bütün hükümleri yani ibâdât, muâmelât ve ukubâta âit emir ve yasaklarını yeni baÅŸtan gözden geçirilerek incelenmiÅŸtir. Konularına göre tasnîf edilip tedvîn edilen bu hüküm ve meseleleri Zâhiru’r-Rivâye adıyla kaleme alan Muhammed b. Hasen eÅŸ-Åžeybânî’dir. (ö.189/805). eÅŸ-Åžeybânî daha küçük yaÅŸta iken Ebû Hanîfe’nin ilim meclislerinde hazır bulunmaya baÅŸlamış; eÄŸitimini daha sonra Ebû Yusuf’un yanında tamamlamıştır. Ebû Hanife, öğrencileri için şöyle demiÅŸtir: “İçlerinizde otuz altı tane yetiÅŸkin olanı var, onlardan yirmisekizi kadılık, altısı müftîlik, ikisi de hem baÅŸkadılık ve hem de fetvâ makamına lâyıktırlar (el-Bezzâzî, Menâkıb, II, 125). Bunlar da Ebû Yûsuf ve Züfer’dir”

Zâhiru’r-Rivâye kitapları altı tane olup, daha sonraki bilginlere tevâtür yoluyla nakledilmiÅŸtir. Bunlar; ” el-Asl (veya el-Mebsût)”, “el-Câmiu’s-Sağîr”, ” el-Câmiu’l-Kebîr” ” es-Siyeru’s-Sağîr”, “es-siyeru’l-Kebîr” ve “ez-Ziyâdât” adlarını alırlar. Hanefi mezhebinin temellerini oluÅŸturduÄŸu için bunlara “Mesâil-i usûl”de denilmiÅŸtir. Zâhiru’r-Rivaye’de Ebû Hanife, Ebû Yûsuf ve Ä°mam Muhammed’in görüşleri toplanır. Devrin özelliÄŸi olarak Ebû Hanife fıkıh meselelerini talebelerine imlâ ettirmiÅŸ olmalıdır. Bu altı kitap metinlerinde kendisine isnad edelin meselelerin ona âit olduÄŸunda şüphe yoktur. Hattâ meselelerin ifadesinde vecîz metinlere bile Ebû Hanife’nin sözü ve uslûbu olarak bakılabilir.

Zâhiru’r-Rivâye kitapları Hâkim eÅŸ-Åžehîd Ebû Fazl Muhammed el-Mervezî (ö. 334/945) tarafından kısaltılarak bir araya getirilmiÅŸ ve eser el-Kâfr adını almıştır. Kendi devrinde bu eser Hanefi mezhebinin görüşlerini, meselelerini öğrenmek isteyene yeterli görülmüştür. el-Kâfı, bir buçuk asır kadar sonra Åžemsü’l-Eimme es-Serahsî (ö. 490/1097) tarafından ÅŸerhedilmiÅŸ ve el-Mebsût isimli bu eser otuz cilt hâlinde basılmıştır.

Ebû Hanife’nin kendisine isnad olunan ve günümüze ulaÅŸan kitapları dah çok akaid ve kelâm konularına âittir. el-Fıkhu’l-Ekber, Kitâbü’l-Âlim ve’l-Müteallim, Kitâbü’r-Risâle, beÅŸ tane el-HaÅŸiyye kitabı, el-Kasidetü’n-Nu’mâniyye, Ma’rifetü’l-Mezâhib, Müsnedü’l-Ä°mam Ebî Hanife (Bunların rivâyet, nüsha ve ÅŸerhleri için bk., Brockelmann, GalÅŸ Fuad Sezgin, Gas; Halim Sâbit Åžibay, ” Ebû Hanife “, Ä°A, IV, 26, 27).

Ebû Yûsuf ve Ä°mam Muhammed, mezhebin teÅŸekkülünde etkili olmuÅŸ büyük Hanefi müctehidleridir. Ebû Yûsuf, mal, vergi ve devlet hukukuna dair Kitabü’l-Harâc adlı eserini yazmış, hanefî meıhebinin devlet ricâli ve kitleler arasında yayılmasına katkıda bulunmuÅŸtur. Abbâsî halifesi Hârun er-Reşîd zamanında “kâdıu’l-kudât (baÅŸ kadı)” olmuÅŸ, böylece mezhebin icrâ ve kazâda uygulanması yolunu açmıştır.

es-Serahsî’nin, el-Mebsût’undan sonra Hanefi fıkhını açıklayan ve geliÅŸtiren te’lifler devam etmiÅŸtir. el-Kâsânî’nin (ö. 587/1191) Bedâyiu’s-Sanayi’ fi Tertîbi’ÅŸ-Åžerâyî’ adlı eseri son derece sistemli ve deÄŸerli bir eserdir. Daha sonraki önemli te’lîf ve ÅŸerhlerden bazıları da ÅŸunlardı. el-Merginânî’nin (ö. 593/1197) el-Hidvye adlı eseri. Bunun baÅŸlıca ÅŸehrleri Ä°bnü’l-Hümâm’ın (ö. 861/1457) Fethu’l-Kadîr, es SiÄŸnakı’nin (te’lif: 700/1300) en-Nihâye, el-Bâbertî’nin (ö. 786/1384) el-Ä°nâye ve el-Kurlânî’nin (ö. VIII/XIV. asır) el-Kifâye adlı eserleridir. en-Nesefi’nin (ö. 710/1310) Kenzü’d-Dekâik’i sonraki önemli te’liflerden olup, yine aynı müelif tarafından, el-Nâfı adıyla ÅŸerhedilmiÅŸtir. DiÄŸer önemli ÅŸerhleri; ez-Zeylaî’nin (ö. 743/1342) Tebyînü’l-Hakâik’i ile Ä°bn Nüceym el-Mısrî’nin (ö. 970/1562) el-Bahru’r-Râik adlı eserlerdir. Osmanlılar döneminde yazılan en önemli eserler ÅŸunlardır: Molla Hürsev’in (ö. 885/1480) ed-Dürer’i ve buna Vankulî (ö. 1000/1591) ile baÅŸkaları tarafından yazılan ÅŸerhler, el-Halebî’nin (ö. 956/1549) el-Mülteka’l-Ebhur’u ile bunun Åžeyhzâde (ö.1078/1667) tarafından te’lif edilen Mecmau’l-Enhur adlı ÅŸerhi. Timurtâşî’nin (ö.1004/1595) Tenvîru’l-Ebsâr’ı ile el-Haskefî’nin (ö. 1088/1677) ed-Dürrü’l-Muhtâr’ına yazılan ÅŸerh ve Ä°bn Âbidîn (ö. 1252/ 1836) tarafından yazılan Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr adlı büyük ÅŸerh de önemli eserlerdendir. Yine Tanzimat devrinde Ahmed Cevdet PaÅŸa baÅŸkanlığındaki bir komisyon tarafından 1869-1876 yılları arasında hazırlanan 1851 maddelik Mecelle medenî hukuk alanında meydana getirilmiÅŸ önemli bir çalışmadır. Mecelle, ÅŸahıs, aile ve miras münâsebetlerine ve aynî haklara âit birçok önemli konuları fıkıh ve fetvâ kitaplarına bırakmıştır. Mecelle’nin ÅŸerhleri arasında; Ali Haydar Efendi’nin (ö.1355/1936) Düraru’l-Hukkâm adlı Türkçe ÅŸerhi ile Mes’ud Efendi’nin (ö. 1310/1893) Arapça Mir’ât-ı Mecelle’si zikredilebilir. 1875 M. tarihinde Mısır adliye nâzın Muhammed Kadri paÅŸa tarafından tedvîn edilen el-Ahkâmü’ÅŸ-Åžer’iyye ile 1917 tarihli Osmanlı Hukuk Âile Kararnâmesi diÄŸer kanun mecelleleridir.

Hanefi mezhebinin özelliklerine gelince bizzak Ebû Hanife ictihad ederken takip ettiÄŸi usûlü ÅŸu ÅŸekilde açıklamıştır: “Allah’ın kitabındakini alır kabul ederim. Onda bulamazsam Rasûlullah’ın mûtemed alimlerce mâlûm, meÅŸhur sünnetiyle amel ederim. Onda da bulamazsam ashâb-ı kiramdah dilediÄŸim kimsenin re’yini alırım. Fakat iÅŸ, Ä°brahim en-Nehaî, eÅŸ-Åža’bî, el-Hasenü’l-Basrî ve Atâ’ya gelince, ben de onlar gibi ictihad ederim” (el-Mekkî, Menâkıb, I, 74-78; ez-Zehebî, Menâkıb, s. 20-21). Ebû Hanife fıkhı; “kiÅŸinin leh ve aleyhte olanı, yani iyi ve kötüyü tanımak” diye tanımlar ve meselelerin hükümlerini kitap, sünnet, icmâ ve kıyas delillerinden birisine baÄŸlar. Herhangi fıkhî bir mesele önce Kur’ân âyetleri ile karşılaÅŸtırılır. Âyetin Ä°bâre, işâre, iktizâ veya delâletinde bir ÅŸey varsa ona baÄŸlı olarak çözülürdü. Kur’ân’da bir çözüm bulunmazsa, sünnete baÅŸvurulur. Ancak Hanefilerin sünnetin Hz. Peygamber’e dayanmasını tâyin hususunda özel metotları vardır. Bu usûle göre, her an’ane bir sünnet olmayabilir. Mütevâtir ve meÅŸhur hadisler dışında kalan haber-i vâhid ve mürsel hadisler özel incelemeye tâbi tutulur.

Ebû Hanife haber-i vâhidi (tek râvînin rivâyet ettiÄŸi hadis), râvînin güvenilir (sika), fakih ve adâletli olması; rivâyet ettiÄŸi ÅŸeye aykırı bir amelde bulunmaması ÅŸartıyla kabul eder. Meselâ Ebû Hüreyre’nin (ö. 58/677) rivâyet ettiÄŸi; “Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere, onu yedi defa yıkasın” (Buhârî, Vüdû’, 33; Müslim, Tahâret, 89, 91, 92, 93) hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç kere yıkamakla yetinirdi. Bu durum hadîsi rivâyet bakımından zayıflatmakta, hattâ, Ebû Hüreyre’ye isnadını bile şüpheli bir duruma sokmaktadır. Ebû Hanife’nin âhâd haberleri kabulde esas aldığı prensipleri şöylece özetlemek mümkündür:

a) Ahâd haber, Ä°slâm hukukunun kaynakları tek tek incelendikten sonra elde edilecek ortak esaslara göre deÄŸerlendirilir. EÄŸer âhâd haber bu esaslarla çatışırsa, iki delilden daha kuvvetli olanı alınır; çatışan tek râvili haber terkedilerek sözkonusu esasa dayanılır ve böyle bir haber “şâz” sayılır.

B) Âhâd haber Kur’ân’ın genel ifadesine (âmm’e) veya Kur’ân’da bulunan bir lâfza (zâhir anlama) aykırı düşerse, haber terkedilerek Kitap’la amel edilir. Burada da iki delilden daha kuvvetli olanı tercih vardır. Çünkü Kur’ân’ın sübûtu kat’îdir. Ebû Hanîfe’ye göre, delâlet bakımından Kur’ân’ın zâhirleri ve genel ifadeleri kesindir. Haber, Kur’ân’ın âmm ve zâhirine aykırı olmaksızın, onun mücmel’ini beyan ederse, bu haber kabul edilir. Bu, âhâd haberler Kur’ân’da olmayan bir hükmü ona ilâve anlâmına gelmez.

c) Âhâd haberin meşhur sünnetle çatışması hâlinde, kuvvetli olan meşhur sünnet esas alınır.

d) Âhâd haber, kendisi gibi tek râvili bir haberle çelişirse, râvisi daha bilgili ve fakîh olan tercih edilir.

d) İki haberden birisinde, senet veya metin bakımından fazlalık varsa, ihtiyat yönü düşünülerek bıi fazlalık kabul edilmez.

e) Âhâd haberle, kaçınılması imkansız olan “umumî belvâ“, yanı sık sık vukû bulduÄŸu için herkesin yapmak zorunda kaldığı hususlarda amel edilmez. Bu gibi durumlarda haberin mütevâtir veya meÅŸhûr olması gerekir.

f) Yine Ebû Hanife âhâd haberlerin, seleften hiç kimse tarafından tenkid ve ta’n’a uÄŸramaması; râvînin onu iÅŸittiÄŸi andan rivâyet ettiÄŸi ana kadar ezberinde tutması, haberi kimden aldığını hatırlamaması halinde, yazısına güvenmemesi; şüpheli hallerde uygulanmayan had cezalarında deÄŸiÅŸik rivâyetler bulunursa, ihtiyat yönünün tercih edilmesi; baÅŸka haberlerle desteklenene âhâd haberlerin alınması gibi prensipler geliÅŸtirmiÅŸtir (M. Zahid el-Kevserî, a.g.e., I, 27, 28) Aynı Müellif; Te’nîbü’l-Hatîb,1361 Kahire, s. 152-154).

Mürsel hadisler için de bazı…

(Visited 3 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 30.06.2008 tarihinde Esesli tarafından, Dinimiz Ä°slam | Ä°slam Büyükleri bölümünde paylaşılmıştır ve 1431 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 5 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Mezhepler Ve Çeşitleri orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleJeolojik Devirler : Kambriyen Dönem - Ordovisyen Dönem - Silüriyen Dönem - Devoniyen Dönem - Karbonifer Dönem - Permiyen PaleozoiÄŸin Son Dönemi.. Sonraki MakaleEnerji Sistemleri MühendisliÄŸi | Enerji Sistemleri MühendisliÄŸi Programın EÄŸitsel Hedefleri - Öğretim Programı - Lisansüstü Programı Hedefleri..

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz