Bilgi Bankamız 62 Kategoride, 9052 Makale ve Konu Anlatımı içermektedir. Son Güncelleme: 27.01.2020 06:06

Cumhuriyet’in İlk Dönemlerinde Laiklik I | Prof.Dr. Ahmet Mumcu


İçerik Hakkında Bilgi

  • Bu içerik 26.12.2007 tarihinde hale tarafından, Yakın Dönem Türkiye Tarihi bölümünde paylaşılmıştır ve 5361 kez okunmuştur.
    Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

İçerik ve Kategori Araçları


Giriş

Lâiklik ilkesi, Atatürk İnkılâpları arasında bir zamanlar belki de en çok tartışılmış olanıydı. XIX. Yüzyıldan başlayarak Türk toplumunda lâik düşünceyi doğuracak ilk duygular ve eylemler yavaş yavaş gelişmiştir. Ama bu gelişme, örneğin Türkçülük akımının gelişmesi gibi güçlü ve etkili değildir. Lâiklik, gerçek niteliği anlaşılmadan, gizli bir duygu biçiminde, özellikle XX. Yüzyıl başındaki sayıca çok sınırlı bir aydın kesiminin zihinlerinde belirmişti. Bilindiği gibi, bu belirsizliği tam anlamıyla inkılâpçı bir hareketle sona erdirip Türk toplumuna lâikliği getiren Atatürk’tür.


Cumhuriyet düşüncesi de başlangıçta toplumumuza oldukça yabancı idi. Ama bugün tam anlamı ile yerleşip kökleştiğini görüyoruz. Lâiklik ise tam bin yılın verdiği alışkanlıklara bir süre daha yabancı gelmiştir. Bu nedenle lâiklik, bir yandan siyasal, toplumsal, modern koşullara uyması bakımından benimsenme yolunda iken, bir yandan yukarıda belirttiğimiz sebep, ilkenin bir süre çeşitli yönlerden tartışılmasına yol açmıştır.

Lâiklik, yarım yüzyıldan beri siyasal ve hukuksal bakımdan Türk Devletinin baş temellerindendir. Bir anayasal gerçektir. Bir olgudur. Öyle ise bu olguyu hukuk cephesinden de incelemekte yarar vardır.

Lâiklik, Türk devlet yaşamına ancak Cumhuriyetle birlikte girmiştir ve doğal olarak gelişimi de hep bu rejim içinde sürmüştür ve sürmektedir. Ama hukuk açısından ana gelişme 1937 yılında sona ermiş sayılabilir. Böylece, inceleyeceğimiz dönem lâikliğin devlete girmesini ve sonra gelişerek hukuksal bakımdan en üstün aşamasına gelmesini kapsamaktadır.


Bu dönemi tam anlamıyla ve bütün yönleri ile bir kısa makale içinde tanıtmak imkânsızdır. Bu dönem içinde çıkmış her hukuksal metin ve doğurduğu tepkiler ayrı bir araştırmanın, hatta araştırmaların konusu olabilir. Sadece halifeliğin kaldırılmasını, yahut Serbest Fırka’yı düşünmek bile yetişir. Ancak, yalnız lâikliğin değil, bütün Türk İnkılâbının kendi ölçüleri içinde ilke olarak tamamlandığı kabul edilen 1937 yılına değin, konumuzu ana çizgileriyle de olsa toparlamak gereklidir. Böylece bu kısa makalede lâiklik ilkesinin Türk Devleti’nin yapısına nasıl girdiğini ve nasıl geliştiğini ana çizgileriyle gösteriyoruz. İlkenin yerleşme aşamalarında çıkan tepkiler ise daha kısa olarak belirtilecektir. En sonda da özet olarak, bu ilkenin devletimizde nasıl korunma altına alındığım belirterek yazımızı sonlandıracağız.

II. Cumhuriyet Öncesine Bir Bakış

Millî Mücadele’nin başlaması, yeni Türk Devletinin kurulması ve sonra zafere kadar uzanan günlerde, lâiklik ilkesinin yerleşmesine hazırlık niteliğinde bazı adımlar atılmıştır. Bunları kısaca gözden geçirmek gerekmektedir:
Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmadan önce, Ulusal Kurtuluş Savaşının başlangıcını ilân eden tüm kongrelerde, esas amacın Osmanlı Devletini kurtarmak olduğu belirtilmiştir. TBMM’nin açılışının öncüsü ve en örgütlü son kongrede, Sivas Kongresi’nde, tahlif (antiçme) formülü şöyleydi:

“Makam-ı Celil-i Hilâfet ve Saltanata, İslâmiyete, Devlete, millete ve memlekete manen ve maddeten hizmetten başka bir gaye takip etmeyerek… çalışacağıma… namusum ve bilcümle mukaddesatım namına vallah, billâh.” 1

Bu antiçme formülünden başka, Reis Mustafa Kemal Paşa’nın açıklamasına göre Kongrede, “vatana, millete, devlete ve dine hizmetten başka bir maksat” beklenmemektedir2. Bu hava içinde, yedi ay sonra TBMM açılmıştır.Ancak, TBMM’nin açılması kanımıza göre, Mustafa Kemal Paşa’nın içinde “millî bir sır” gibi taşıdığı ülkülerini gerçekleştirmek yolunda ilk basamaklardan biridir. Şimdi bu nokta üzerinde biraz duralım: Osmanlı Devleti’nin yaşam gücüne sahip olmadığını, pek çok Türk aydını gibi, Mustafa Kemal Paşa da anlamıştı. Ama O, bu İmparatorluğun yıkılmasından sonra ne yapmak gerektiğini saptamıştı: Daha, büyük yıkımın gelip gelmeyeceği kesinlikle belli değilken, 1916 yılında, “tesettürün lağvı, hayat-ı içtimaiyyenin ıslahı, kadınlara serbesti vermek” gibi ilkelerin devlet yaşamına egemen olması gerekliliğini etrafındaki subaylara telkin ediyordu 3. Sivas Kongresinden önce, Mazhar Müfit Kansu’ya söyledikleri ünlüdür: “Cumhuriyet kurulacak, Hanedan üyeleri hakkında gereken işlem yapılacak, tesettür ve fes kalkacak, Lâtin Harfleri kabul edilecek.”4 Nutkunda da belirttiği gibi, “Osmanlı Devleti, onun istiklâli, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi medlulü kalmamış birtakım bîmanâ elfazdan ibaretti… Bu vaziyet karşısında tek bir karar vardı: …Hâkimiyet-i Milliyeye müstenid, bilâkaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek..” 5

Bu duruma göre Mustafa Kemal Paşa, kendi kafasındaki lâiklik anlayışını zaman elverdikçe uygulayacaktır. Bu bakımdan, “dine hizmet, halifeye, padişaha bağlılık” gibi, gerekli gördükçe söylediklerinin, kendi programı açısından gerçeği yansıtmadığı apaçıktır. Nitekim, TBMM açılır açılmaz, lâiklik anlayışına gidişe esas olabilecek bazı kararlar almış, ama bunlar, 1921 Anayasasına kadar belli bir yöne girememiş ve bazen bu kararların tersi başka ilkeler ortaya atılmıştır.

Bu kararsızlığı şu iki örnek en iyi biçimde aydınlatır sanırız:


İlk günlerde TBMM şu karan almıştı: “Mecliste toplanan millî iradeyi vatanın geleceğine egemen kılmak esas amaçtır. TBMM’nin üstünde bir güç yoktur… Padişah ve Halife altında bulunduğu baskıdan kurtulduğu zaman Meclis’in düzenleyeceği esaslar içinde durumunu alır” 6

Çok ilginç olan bu karar, dinsel otoriteyi taşıyan Halifeyi, ulusal egemenlikçe kayıt altına almayı hedef tutuyor. Buna karşılık bir süre sonra çıkartılan Nisab-ı Müzakere Kanunu, -ki bir anayasal düzenlemedir- 1. Maddesinde şöyle demektedir:

“Büyük Millet Meclisi, hilâfet ve saltanatın, vatan ve milletin istihlas ve istiklâlinden ibaret gayesinin husulüne kadar… inikat eder” 7

Bu duruma göre, Nisab-ı Müzakere Kanunu TBMM’nin amacını belirtmiş ve etkinliğini sınırlamış, halifelik ve saltanat kurumu, gene üste çıkmıştır8.

20 Ocak 1921 tarihli ilk Anayasası ile, TBMM bu konudaki kavram karışıklığına son vermiş gözükmektedir. I. Maddesinde, “Hâkimiyet bilâkaydüşart milletindir, idare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir” diyen bu Anayasa, TBMM’ni tekrar saltanat ve belki de halifelik makamlarının üstüne çıkarmış bulunmaktadır.

En basit anlamıyla “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” 9 biçiminde tanımlanan lâikliğin, kuşkusuzdur ki bu Anayasa ile kabul edildiği söylenemez. Kamu özgürlükleri, bu arada doğal olarak “inanç, vicdan ve ibadet” özgürlükleri bu metinde yoktur. 1876 Anayasasında yer alan, Devlet dininin İslâm olduğu hakkındaki hüküm (Madde 12), 1921 Anayasasına geçmemiştir. Ancak bunun, büyük bir önemi yoktur. Çünkü hem 1876 Anayasasının 1921 Anayasasına aykırı olmayan hükümleri yürürlükte idi hem de 7. Maddede yer alan hüküm ile Münferit Madde hükmü, yeni Türk Devleti’nin dininin “İslâm” olduğunu açıkça belirtmekteydi. 10

1921 Anayasası gerçi, “Madde-i Münferidesinde” Nisab-ı Müzakere Kanununun 1. Maddesinden bahsetmekte ise de bu, gayet bilinçli bir biçimde, salt toplantı usulünü açıklamak için kullanılmıştır. Böylece 1921 Anayasası ile, lâiklik ilkesinin kabul edildiği kesinlikle söylenemezse de, millî iradenin saltanat ve hilâfet üzerine çıkarılması çabası önemli bir adım sayılmak gerektir.

1921 Anayasasından sonra TBMM içinde iyice su yüzüne çıkan gruplaşmalar sonucu, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde “Birinci Grup”un kurulduğu bilinmektedir. Birinci Grup’un “Madde-i Esasiye ve Dahilî Nizamnamesinde” artık padişah ve halifeyi kurtarma amacından söz edilmediği görülmektedir11. Böylece, yeni Türk Devletini yönetmede ilk plânda söz sahibi olan kadronun da yavaş yavaş, benimsenen ilk hedeften uzaklaştığı anlaşılıyor.

Bu hava içinde çalışan Birinci TBMM’nin, kesin zafere ulaşıldıktan sonra, özellikle Saltanat Makamına karşı derin bir kin beslemeye başladığı anlaşılmaktadır. Nitekim, İstanbul Hükümetinin de İtilâf Devletlerince barış görüşmelerine çağrılması ve Tevfik Paşa’nın Ankara Hükümetine bu yolda “ortaklaşa” davranılmasını önermesi üzerine TBMM’nde çok coşkun görüşmeler yapılmış, sonunda bilindiği gibi 1 \ı Kasım 1922 gecesi saltanat kesin olarak kaldırılmıştır 12. Bundan daha önce alınan 30 Ekim 1922 tarihli kararda (Karar No: 307) İstanbul’daki Padişahlığın madum olduğu ve “Türk Hükümetinin hakk-ı meşruu olan Makam-ı Hilâfeti esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağı” belirtiliyordu 12. Bu karara karşı öylesine büyük bir tepki doğdu ki, sonuçta daha kesin ve etraflı yeni bir karara varılması gereği doğdu. Mustafa Kemal Paşa’nın Karma Komisyon’da yaptığı ünlü konuşmasından sonra, üyeler seslerini çıkarmadılar ve i Kasım gecesi Genel Kurul’da yapılan görüşmeler sonucunda daha etraflı bir yeni kararla saltanat kesinlikle kaldırıldı 13. Kararda, saltanatın kaldırılması için ileri sürülen gerekçe, Padişahın vatana ihanet ettiği ve ayrıca TBMM’nin temsil ettiği ulusal iradenin üstünde hiçbir gücün bulunamayacağı ilkesinin tanınması idi. Gene bu son kararda, daha önce gösterilen “Halife’yi kurtarma” hedefinden vazgeçilmiş ve “Türkiye Devleti Makam-ı Hilâfetin istinatgahıdır” denilmiştir.

TBMM’ne bu kararı aldırabilmek için, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Kasım 1922 günü, Genel Kurul önünde yaptığı konuşma çok ilginçtir. Kanımızca, lâiklik ilkesine geçişin ilk önemli adımı sayılacak bu konuşmada Başkomutan, TBMM’ni şu gerekçeyle ikna etmiştir 14: “Selçuklu Devleti, görkemli, büyük bir imparatorluktu. Bu devletin hükümdarları Bağdat’taki Abbasî Halifesini de etkileri altına aldılar. Bir süre sonra şöyle bir durum ortaya çıktı: Türk Hakanı muazzam Türk Devletinin hâkimiyet ve saltanatını temsil ediyor, yanında hilâfet makamının ayrıca mahfuziyetinde bir beis görmüyor. Öyle ise ulusal egemenliği temsil eden TBMM ile halife yan yana bulunabilir ve Selçuklular halifeyi nasıl etki altına almışlarsa TBMM de halifeyi seçer…”

Çok gerçekçi olan bu mantık karşısında saltanat kaldırılmış ve halifeyi seçme yetkisi de TBMM’ne verilmiştir. Bu önemli olayın kısaca tahlilini yaparsak şöyle bir sonuca ulaşabiliriz: Osmanlı Padişahı hem dinsel hem de dünyasal niteliği olan bir kimse idi. Şimdi egemenlik kesinlikle TBMM’ne geçiyor ve dinsel saygınlık alâmeti olan halifeyi de bu meclis seçiyor. Yani Halife, ulusça seçilmiş oluyor. Bu, belki ilk dört halifenin seçimle iş başına gelmesi yöntemine kısmen uymaktadır da; başka bir deyişle, halifelik makamının başına gelme yöntemi biraz daha İslâmlaştırılmış sayılabilir. Ama bunun dışında, saltanatın kaldırılmasını lâikliğe doğru atılmış önemli bir adım olarak görmek de mümkündür; zira Osmanlı Devletinin teokratik yapısında çok önemli bir öge ortadan kaldırılmış, halife “boşlukta” bırakılmıştır. Ama tabiî daha, lâiklikten çok uzaktayız.

III. Cumhuriyetin İlk Dönemlerinde Lâiklik Yolundaki Aşamalar.

1. Cumhuriyetin ilânı:

Cumhuriyetin ilânı, ünlü tarihçi Abdurrahman Şeref Bey’in dediği gibi, “doğmuş olan bir çocuğun adını koymaktan başka” bir şey değildir15. Ancak konumuz açısından bu olayın iki önemli yanı vardır: Birincisi, Cumhuriyet biçiminin 1921 Anayasasına girmesi için yapılan değişiklikte, 2. Maddenin yeni ifadesidir: “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır.” Dikkate değen bir nokta, bu değişikliğin “tavzihan” yapılmasıdır.16 Başka bir deyişle, 1921 Anayasasında “unutulan” bir önemli hüküm şimdi yerine konulmaktadır. Böylece, Cumhuriyetin ilânı ile, biçimsel açıdan da olsa, lâikliğe doğru bir gidiş bulunmadığı ileri sürülebilir. Olayın ikinci önemli yanı ise, bu yeni anayasal hükmün, yani devletin dini hakkındaki hükmün, gelecekte belki geçerliliğini yitireceği endişesi altında, Cumhuriyetin ilânına karşı bazı önemli çevrelerin gösterdiği büyük tepkidir. Halifenin yandaşları, saltanat kaldırıldığı zaman böylesine bir tepki göstermemişlerdi; zira halifelik aynı hanedana bırakılmıştı. Şimdi, yeni kadronun durumunu sağlamlaştırması bu çevrelerde, gidişin hızlandığı yolunda bir izlenim uyandırdı.

2. Halifeliğin Kaldırılması.

Nitekim, Cumhuriyetin ilanıyla, sözü geçen çevreler, hatta Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşlarından bazıları Halifenin etrafında kilitlenmeye başladılar. Cumhuriyetin ilânından birkaç hafta geçmemişti ki, 24 Kasım 1923 tarihinde Ağa Han ile Emir Ali’nin, Halifelik Makamının korunması, bu makamın saygınlığının artırılması yolundaki ünlü mektubu yazdıkları anlaşıldı. 5-6 Aralık 1923 günleri İstanbul basını da bu mektubu yayınladı.17 îki Şiî liderin, Sünnî bir halifeliğin savunuculuğunu yapmaları garabeti, galiba o günlerde pek anlaşılamamıştı. Böylece halifelik, uluslararası bir sorun durumuna getirilmek isteniyordu.

Halifenin tutumu da daha farklı değildi, ilk günler kuşkulu iken, pek çok kişinin ve basının kışkırtmaları ile yavaş yavaş kendine güvenmeye başlamıştı. Hükümetin ikaz ve tavsiyelerine uymuyor, gösterişli merasimler düzenleniyor, basına iddialı demeçler veriyordu. 1924 yılı başlarında, Mustafa Kemal Paşa, halifeliğin kalkması gerektiği üzerinde kesin kararı verdi18 ve 3 Mart 1924 tarihinde, 431 Sayılı Kanunla 19 halifelik kaldırıldı. Halifelik “Hükümet ve Cumhuriyet manâ ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan” Kanun bu makamı kaldırıyor, Osmanlı Hanedanı tüm üyeleriyle yurt dışına çıkarılıyor ve tekrar yurda gelişleri “ebediyen” yasaklanıyordu.

Birkaç kişi dışında Meclis bu Kanunu “iştiyakla” kabul etmiştir. Bu makamın kaldırılmasında hukuksal ve dinsel bir engel yoktu. Seyyit Bey’in TBMM’nde yaptığı konuşma bu bakımdan son derece ilginçtir. 20 Fakat bu kararın derhal uygulanmasının ilgili çevrelerce ne kadar büyük bir şaşkınlıkla karşılandığını tahmin edebiliriz. Bu şaşkınlık, tepkilere yol açacak ve artık Takrir-i Sükûn Kanunu’nun uygulanmasına kadar,-kabulü 4 Mart 1925 – sürüp gidecektir.

Halifeliğin kaldırılması lâiklik yolunda ilk büyük aşamadır. Gerçi Anayasanın ikinci maddesi daha yürürlükte idi. Ayrıca, 431 Sayılı Kanun, Halifelik Kurumunu doğrudan doğruya inkâr da etmiyor; Halifelik hükümet ve Cumhuriyetin anlamında ve kavramındadır diyor. Bu bakımdan, salt hukuksal olarak düşünülürse, halifeliğin kaldırılması belki lâikliğe geçiş değildir, demek bile mümkün. Ama, bu makamı dolduracak kimsenin kalmaması, teokratik Osmanlı Devleti’nin saltanattan sonraki ikinci büyük dayanağını da yok etmiş, böylece zaten ortadan kalkmış olan devletin son kalıntısı da tarihten silinmiştir.

Halifeliğin kaldırılması lâikleşme yolunu açmıştır; bunda hiç kuşku yoktur. 3 Mart 1924 günü, 431 Sayılı Kanundan önce kabul edilen 429 ve 430 Sayılı Kanunlar, bunun açık bir kanıtıdır. 429 Sayılı Kanunla, Şer’iyye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletlerinin kaldırılması, 430 Sayılı ünlü Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile öğretim birliğinin sağlanması, artık dinsel örgütün ve eğitimin de önemli düzenlemelerden geçeceğinin habercisiydi.

3. 20 Nisan 1924 Anayasası

Halifeliğin kaldırılmasından bir buçuk ay sonra, Türk ulusunun en uzun süre yürürlükte kalmış Anayasası kabul edildi. 1921 yılından beri, devletin geçirdiği değişikliklere uydurulması için, tabir caizse bir yamalı bohça durumuna sokulmuş eski Anayasa, yerini, daha tutarlı ve açık bir Anayasaya bırakıyordu.

Bu Anayasada artık “Cumhuriyetin ve hükümetin anlam ve kavramında bulunduğu” daha bir buçuk ay önce belirtilmiş olan halifelikten hiç söz edilmemektedir. Ama “ahkâm-ı şer’iyyenin tenfizi” ile ilgili eski 7. Maddeye benzer bir hüküm, 26. Maddede bulunmaktadır. 2. Maddede, “Türkiye Devletinin dini, Din-i İslâmdır” ibaresi de durmaktadır. Buna karşılık 70. Madde vicdan, 75. Madde ise din ve ibadet özgürlüklerini güvence altına almaktadır. Evet ama, bu Anayasa, daha tam anlamı ile lâik bir metin sayılmaz. Türkiye Devletinin dini İslâm olduğuna göre, acaba, bir Müslümanın kendine dinsiz demesi veya din değiştirmesi mümkün müdür? Hukuksal olarak bu belki 70. Maddedeki vicdan özgürlüğüne atıf yapılarak mümkün olabilir. Fakat 2. Maddenin kesinliği de bellidir. Yani devletimizin resmî dini vardır. 16. Maddeye göre milletvekilleri, 38. Maddeye göre cumhurbaşkanları, göreve başlamadan dinsel yemin etmektedirler.

KAYNAKLAR

1 Sivas Kongresi Tutanakları (Haz: İĞDEMİR, Uluğ), Ankara 1969, s. 5, 3.
2 Aynı Kitap, 6.: Ayrıca, Kongre Mukarreratına göre “Hükümet-i Osmaniyenin tehlike-i inhilâline karşı Hilâfet-i îslâmiye ve Saltanat-ı Osmaniyenin bekası esas maksadı teşkil ettiği cihetle…” Bk.: TUNAYA, Tarık Zafer: Türkiye’de Siyasal Partiler, İstanbul 1952, s. 514.
3 Mustafa Kemal Paşa’nın 9 Teşrinisani 1332 Çarşamba gününde (22.11.1916) Bitlis’te yazdığı not. Bk.: Atatürk’ün Hatıra Defteri, (Haz.: TEZER, Şükrü), Ankara 1972, s. 75, 76.
4 KANSU, Mazhar Müfit: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, I, Ankara 1966, s. 130 vd.
5 NUTUK, I. İstanbul 1950, s. 12.
6 Bk.: MUMCU, Ahmet: Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, Ankara 1976, s. 56.
7 Nisab-ı Müzakere Kanunu, Kanun No. i8,5Eylül 1336 (1920). DÜSTUR, Tertip III, C I s. 57.
8 Gerçekten, bu Kanun’un çıkarılmasından önceki uygulamalarda da “Saltanat ve Halifeliğe bağlılık” TBMM’nin tüm çalışmalarını vurgulayan önemli bir ilke idi.
9 En yeni ve modern, büyük MEYER Ansiklopedisinin dahi tanımı böyledir. Bk.: Meyers Enzyklopâdisches Lexion, Ed. 14, Mannheim 1975, s. 565.
10 Madde 7. Ahkâm-ı Şer’iyyenin tenfizi… Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamet tanziminde… ahkâm-ı fıkhiyye ve hukukiyye ile adap ve muamelât esas kılınır.
11 TUNAYA, Siyasî Partiler, 535 vd.
12 Düstur, III. Tertip, C 3, s. 149.
13 Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hukuk-i hâkimiyet ve hükümranînin mümessil-i hakikisi olduğuna dair heyet-i umumiye kararı. No. 308, 1/2 Kasım 1922. Bk.: Düstur, III. Tertip, C 3, s. 152-153.
14 Bk.: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, İstanbul 1945, s. 261 vd.
15 Nutuk II, İstanbul 1952, s. 812.
16 Teşkilât-ı Esasiye Kanununun bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun. No.: 364, 29 Ekim 1923. Düstur, III. Tertip C 5, s. 158.
17 Mektubun metni ve o günlerdeki olaylar için Bk.: SOYAK, Hasan Rıza: Atatürk’ten Hatıralar I, İstanbul 1973, s. 207 vd.
18 Bk.: NUTUK, II, s. 345.
19 Hilâfetin ilgasına ve Hanedan-ı Osmanînin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkartılması Hakkında Kanun No.: 431, 3 Mart 1924. Düstur, II. Tertip, Cilt 5, s. 323.
20 SEYYİT- Bey: Hilâfetin Mahiyet-i Şer’iyyesi, Ankara 1340.

(Visited 5 times, 1 visits today)


Kaynak: Kadim Dostlar ™ Forum

Bu içerik 26.12.2007 tarihinde hale tarafından, Yakın Dönem Türkiye Tarihi bölümünde paylaşılmıştır ve 5361 kez okunmuştur. Bu içeriğin devamında incelemek isteyebileceğiniz 0 adet mesaj daha bulunmaktadır.

Cumhuriyet\'in İlk Dönemlerinde Laiklik I | Prof.Dr. Ahmet Mumcu orjinal içeriğine ulaşmak için tıklayın ...

Önceki MakaleGöçebe - The Host | Stephenie Meyer Sonraki MakaleFeodalite Rejimi (Asiller - Rahipler - Burjuvalar - Köylüler) Hakkında Detaylı Bilgiler

Bu Makaleyle İlgili Fikirlerinizi ve Görüşlerinizi Diğer Ziyaretçilerle Paylaşabilirsiniz